2 Nisan 2012 Pazartesi

DURAK

Bu kasabada bir tane durak var. Dışarda, anayolun kenarında. Yağmur yağıyorsa, biraz ıslanarak hemen altına kaçıp otobüse binebilirim diyebileceğiniz cinsten değil yani. Uzun uzun yürümeniz lazım varmak için. Varmak derken, durağa demek istiyorum. Otobüse bindikten sonra da şehire gitmek için yine uzun uzun yol almanız lazım. Kasaba durağa, durak da şehire epey uzak anlayacağınız.  
O gün sıcaktı, hafif bir bozkır rüzgarı serinletmeye çalışıyordu havayı. Bozun ortasında çatıları kavrulan evlerin arasından çıktım. Yolun yarısına gelmeden şakaklarımdan terler akmaya başlamıştı bile. Kasabanın etrafı sararmış otlarla çevriliydi. Vardığımda, gölgesine sığındım durağın. Beklemeye başladım yine. Ve gördüm: geliyordu otobüs, ama buraya değil.
Hasan belirdi birden yanımda. Küçük dostum, “abi be” dedi, “hadi gel binelim şu otobüse, beni şehre götür”. Ses etmedim hiç. Sigarayı yere, bir elimi omzuna attım. Biliyordu, ne ben binebilirdim otobüse, ne de biri inerdi benim için. Otobüs biraz yavaşlayıp sonra uzaklaştı. Elimi salladım ardından, ama neden? Dur mu, hoşçakal mı? Baksalar da pencerelerinden anlayamazlar zaten beni; hiç burada durmadı ki. Elimde kibrit ve kutusu, dudaklarımda yeni yanmış sigara. Otobüs gidiyordu, ama buradan değil.

Hasan gitti. Bu sefer küstü sanırım. Ne kadar da hevesli binmeye. Ama yapamıyorum. Götürmeli miyim onu? Ah çocuk ah! Aslında sen beni götürmek istiyorsun, biliyorum.

Sesini duymasaydım, hani otobüs yavaşlarken koca tekerlekleri arasından gelen tıslama sesini hiç duymasaydım, başımı kaldırıp bakmazdım. Zaten durmasına gerek olmadığını anlıyor şoför, beni görünce bineceğimi sansa da oralı olmayınca frene dokunduğuyla kalıyor ve ayağını çekip yoluna gidiyor. Peki ne işim var benim her gün o durakta öylece dinelmiş. Yok, ben deliriyorum sanırım. Deliler kendilerini mi kandırır?

Her tıslamaya kafamı kaldırmak istediğimde, otobüsün ön camında bir yazı, şu nereye giderse onu yazdıkları tabela yani. Kaldırsam başımı da baksam diyorum ona. Hangi semte, şehrin neresine... Görmek de görmemek de canımı acıtıyor aslında. Otobüsdekilerin bakışlarını hissediyorum geçip giderken. Bakmıyorum. Bakarsam umut bağlarım gitsem mi diye. Kalıptan çıkmış gibi öylece duruyorum, sabit.

Ya geldiği yeri görürsem, ya içinde biri varsa bana gelen, ama benden habersiz. Üstelik bir de durursa, kapı açılırsa. Ben sırtımı dönüp gidersem. O anlamaz ki, aslında ben kendimden gidiyorum ondan değil. Kendimi kandırıyorum.

Bozkırda yağmur yağınca toprak akar. Su toprağı ordan oraya sürükleyip durur. Yolun kenarından oluk oluk bulanık sular akıyor şimdi. Aniden bastırdı her zamanki gibi. Gökyüzü kapandı, koyu lacivert. Ben duraktayım. Islanmıyorum. O kadar uzun zamandır altındayım ki durağın tavanının.

Hasan'ı en son durağa doğru koşarken gördüm. Yağmur yağıyordu. Ben kuruydum, o ise ıslak. Bir nevi otobüstü bu çocuk artık benim için. Çukurlara küçük ayakları girip çıkıyor, hedefe kilitlenmiş koşuyordu. Gözlerim kısıktı, bakıyordum: Hasan kendinden gelip bana gidiyor gibiydi. Sanırım bağırıyordu da. Duydum ama anlayamadım, kulaklarımda bir uğultu vardı gittikçe azalan. Kendimden geçiyordum; geçtim.

Neyse, dedim ya çok uzun zaman olmuştu durağın altında bekleyen bir adam için. Hasan'ı en son bağıra çağıra koşarken görmüşler, bana doğru. Tavanına ip bağlamışım durağın ve yağmur dinmemiş. Ama kuruymuşum. Bir tek sallanırken ayakkabılarım ıslanmış, damlıyormuş ayaklarım. Hissedemedim Hasan’ı da, sarıldığında bacaklarıma. Ölmüşüm.

2 yorum:

  1. çok güzel bi öyküydü sıkılmadan bir solukta okudum...aslında ben kendimden gidiyorum... keşke gitmeseydi:(...ama değilmiki hayatta hepimizin bir yanı kayıp... takipteyim muratcım.. saniye akgüner kılıç.

    YanıtlaSil

Yorumunuz olumsuz ya da olumlu olmasına bakılmaksızın, ahlak sınırları içinde olduğu sürece yayınlanacaktır. Teşekkür ederim.