31 Mart 2012 Cumartesi

FELUKA DA YETER

I.
Önce akşam rüzgârında üşümüş çalılar ile dikine toprak duydu ayak seslerini. Yamaçtan çıkarken tabanı altından küçük taşlar kaçıyordu. İki ayak ve çıkışın heyecanıyla yere avuç koyan bir el telaşlıydı. Bir elde ise fener, yol göstermekten çok tesadüflerle kah toprağı kah çalının birini işaret ediyor, nadiren belli belirsiz patikaya düşüyordu. Tırmandı. Yukarı vardığında, çocuğun karşısına olabildiğince siyah çıktı. Gece tüm denize ve göğe hâkim olmuştu. Suya hızla inen kayalık, suyla bir olmuş dipten yukarı sesleniyordu.

Tam ucunda durdu, aşağı baktı, sadece sesleri duydu; ayaklarını salarak yarı boşluğa oturdu. Öyle dingindi ki her şey. Aşağıdaki su usuldu, kayalara dokunuşları usul. Gök sade bir karanlığa bürünmüştü. Berrak karanlık demeliydi buna. Denizle ufkun sınırı kaybolmuş, ağ çeken teknelerin ışıkları göğün yüzünde dolanan yıldızlar olmuştu. Sonra rüzgâr da öyle yumuşak seviyordu ki yüzünü; annesinin eli gibiydi, şefkatli ve dikkatli. Ama o, baba, dedi belli belirsiz.

“Baba... Hangisindesin şimdi? Hangi ışıksın? Şu en uzakta, ölü dalgalar arasında yanıp sönen misin?”

Babasını hep öyle, bir var bir yok hatırlardı. İçindeki babanın tasviri buydu: bir var bir yok.

Bütün bunları, dinginliğin ortasında bir küçük heyelan gibi düşünürken, parmakları farkındalıktan yoksun, kayanın üzerinde dolanıyordu. Eline gelen ilk taşı boş bir isyan edasıyla denize yuvarladı. Taş, önce bir çalıya takılır gibi olup yardan aşağı düştü. Gitti, gitti, ve denize son kayanın üzerindeki yengece çarpıp suya düştü. Taş küçüktü, yengeç biraz irkildi, ama o kadar. Çocuk bunları hiç görmedi.

Üzerinde durduğu kayalıkta arkasına baktığında kasabanın ışıklarının azaldığını fark etti. Birer ikişer ışıklar kapanıyor, evler kendilerini saklıyorlardı. Babasının ışığının aksine, evininkini seçebiliyordu. Annesi merak ediyor olmalıydı. Yapacak bir şey yoktu gerçi, babasını bulmaya gitmenin buruk heyecanı baskındı. Belki biraz azar işitirdi ama, annesi yine de ona kıyamaz, yatağında yorganı boğazına kadar örtüp, alnına o en güzel dudakları değdirir ve onu uykuya verirdi nasılsa.

Eline iki taş daha aldı. Avucunda onlarla oynuyor, sıkıyor, gevşetiyordu. Bazen canını acıtacak kadar sıktığında diğer eline alıp acıyan avucunda oluşan izlere bakıyordu. Gördüğü, kırmızıdan mora kaçan tozlu ve ezik bir deri oluyordu. Ama kısa sürede tekrar normal haline geldiğini görüyordu. Ama büyük acı denen şeylerin izini sürmek çok kolaydı. Onun için bir deniz, bir kaya, bir taka, hatta bir balık görmek bile yeterliydi. İz onlardı. Gördüğü her takanın pervanesinde yırtılan bir balık gibi hissederdi kendini mesela. Ya da çekilen ağdan bordaya düşen ilk balık; en canlısı, ölmeden önce en çok çırpınan.

Düşüncelerden telaşlı kanat sesleri uyandırdı onu. Denizden gelen iki martı konmak istedikleri kayalarda “insan” görünce ani bir manevrayla vazgeçmişler, biri sağa biri sola dönüp kanatlarından rüzgâr verip gitmişlerdi. Kımıltısız duran çocuğu son anda fark etmişlerdi..

“Peki” dedi arkalarından, “Peki, özür dilerim sizden. Gelin konun. Burası size yakışır. Ben artık yokum.”

Kalktı, elindeki iki taşı da aşağı bıraktı. Taşlar önlerine hiç engel çıkmadan boşluktan karanlığın içine düştüler. Biri doğruca dingin suya dalıp dibe otururken saklandığı yerden bir ahtapot fırladı. Diğer taş ise daha öncekinden de nasibini alan yengece hızla çarpıp onu suya attı. Boşlukta hızlanan taşın çarpmasıyla sersemleyen yengeci ahtapot kaptı.

Çocuk bir an huzursuzlandı. Aşağı baktı, ama yine sudan başka bir şey duymadı. Huzursuzlandı. Acının sesini duyar gibi olmuştu. Eline baktı, taşlar yoktu. Hatırladı ne yaptığını...

Dik patikadan inerken bu sefer daha dikkatliydi. Fenerin ışığını özenle önünde götürüyordu. İndi ve eve doğru yol aldı.


II.
Evin kapısı aralıktı. İttiğinde ince bir gıcırtıyla açıldı kapı. Annesini gördü, girişe yayılmış kilimin üzerine bağdaş kurmuş, elleri yüzünde uzun saçları önünde annesini, omuzları titreyen annesini. Hiç ses etmedi. Kapıyı usulca kapadı ama kapı yine ince bir gıcırtıyla kapandı. Sonra karşısına oturdu. Ayaklarını altına aldı, ellerini yüzüne verdi. Ne annesi ona bakıyordu, ne çocuk annesine. Öylece oturdular, gürültüsüz ağladılar ve manidardılar. Böylece geçti bir zaman, ağlamak için oldukça uzun zaman.

“Oğlum”

Titriyordu sesi.

“Oğlum, nerdeydin biliyorum. Bunu sormayacağım. Sadece ne yaptın, onu anlat.”

Saçlarını arkaya doğru atmış, gözyaşıyla parlamış gözlerle bakıyordu.

Çocuk içini çekti. O içe düşmek gerekti. Yüzünü gözünü ovuşturdu.

“Kayalıklara çıktım. Ama feneri aldım anne, düşerim de sen üzülürsün diye aldım onu anne. Hava çok güzeldi. Biraz soğuktu ama güzeldi. Kayalara çıkıp biraz oturdum. Bugün barınaktan açılan tekneleri görmüştüm. Onlara bakmak istedim...”

Tıkandı. Sustu.

Annesi, kapının önünde saatlerdir oturuyordu aslında. Merakı sinire döndüğünde birden kapıya yönelmiş, açmış ama o ince gıcırtıyı duyunca irkilip bir an durmuş, vazgeçmiş ve olduğu yere oturup kalmıştı. Hayatının o gıcırtıdan ibaret olduğunu hissediyordu. Önce kocasının geç saatlerde gelişinin habercisiydi. Bir süredir ise çocuğunun gelişinin. O ses, şimdi, birdenbire öfkenin uyarısı olmuştu.

“Kızmıyorum… Kızmayacağım...” dedi. “Babanı değil mi? Onu görmek istedin yine!”

“Anne, ben biliyorum her şeyi. Babamın aslında balıkçı olmadığını biliyorum. Tekneyle açıldığında ava gitmediğini, fırtınada batmadığını da. Köyün bütün çocukları biliyor ki... Onun aslında bir ayyaş olduğunu söylüyorlar. Hep yaparmış, yine yalvarmış balıkçılara. Sonra da sarhoş olup denize düşmüş. Yani biliyorum... hem ben onu görmek istedim ama sormak için, sevmek için değil. ”

Şaşkın bir sessizlikti bu seferki.

“Peki,” dedi anne, “sordun mu?”

“Hayır, soramadım yine. Ne zaman ışıklardan birinde onu bulduğumu sansam, o denize düşüyor anne. Bir türlü soramıyorum”

“Suyun içindeki biri nasıl duyabilir ki seni, üstelik sarhoşsa?” diyebildi annesi sadece, onu da biraz kendi kendine.

Bir sessizliğin içinde bunca anlam hep beraber nasıl dolaşabilirse öyle yankılıydı ev. Anne ayağa kalktı, oğlunu tutup kaldırdı usulca, tıpkı kayalıklardaki rüzgâr gibi usulca sevdi yanaklarını. Sonra el ele gıcırtının ortasından geçip dışarı çıktılar. Bu gıcırtı son kez duyulmuştu.

Aynı patikayı bu sefer iki kişi, aynı heyecanla çıkıyordu. Annenin elindeydi fener ama yine tesadüflerle çalılar aydınlanıyor, gece çekirgeleri zıplarken yakalanıyorlardı. Bu sefer daha fazla el toprağa dokunuyor, ayakların altından daha çok taş aşağı kaçıyordu. Yukarı vardıklarındaysa, yine kocaman bir siyah karşıladı onları. Çocuk annesini çekiştirerek uca getirdi. Oturdular. O altı deniz boşlukta dört ayak sallanıyordu.

“Anne, neler oldu biliyor musun? Aynı buraya oturmuştum. Şu karşıda gördüğün tekne ışıklarından birine babamı koymaya çalışıyordum. Koyabilsem soracaktım. Neden içiyordun, neden gittin, neden düştün, bizi de düşürdün, diye. Bütün bunları düşünürken iki martı geldi. Nerdeyse bana çarpacaklardı ama, son anda fark edip kaçtılar. Buraya konamadılar. Onlardan özür diledim. Beni duydular mı bilmiyorum. Sonra eve dönmek için ayağa kalktığımda birden içimde kötü bir şey hissettim. Anlatamam nasıl bir şeydi, ama biraz endişe var şimdi bende. Elimde taşlar vardı. Onları aşağı attım sanırım. Anne, ya o martıların yuvaları varsa aşağıda. Ya yuvalarında yumurtaları; ya attığım taşlar yumurtalarını kırdıysa. Ben o hisse bu yüzden kapıldıysam?”

O anda motor sesi duyuldu uzaktan. Bir balıkçı teknesi ağır ağır suyu çalkalayarak geçiyor, üzerinde sabırsızca uçuşan martıların sesleri geliyordu. Onları görmek bu zifir karanlıkta kolay değildi ama bazıları tekneye iyice yaklaştığında ışıklardan seçilebiliyorlardı. Gerçekten sabırsızdılar. Ama yukarda, kayaların üzerinde iki kişi birbirlerini anlayabilmek için hiç bu kadar sabretmemişlerdi.

“Ya attığım taşlar yumurtaları kırdıysa anne?” diye tekrarladı çocuk. Kulakları annesinde, gözleri geçen teknenin ışıklarıyla bir var bir yok martılardaydı.

Annesi çocuğunu kolunun altına aldı, “Canım kuzum,” dedi, “dünyada başkalarına bilerek zarar veren o kadar çok insan var ki bazen istemeden yapılan hareketlerin başkalarına verdiği zararlar bağışlanabilir ve hatta telafi edilebilir. Bilmiyorum orda yumurta var mıydı, kırıldılar mı. Ama bundan sonra görmediğin yere taş atmazsın, martılara yiyecek verirsin, onları diğer insanlara karşı elinden geldiğince korursun. Onlar daha çok yumurta yaparlar. Böylece tüm martılar seni affederler.

Çocuk bu açıklamalarla biraz rahatlamıştı. Annesine daha sıkı sarıldı ve annesini dinlemeye devam etti.

“Hadi geri dönelim. Biliyor musun, geçenlerde amcan ile konuştum. Seni hemen denize çıkartamayacağını söyledi. Ama yaz tatilinde kasabada bir arkadaşının balıkçısında çalışabileceğini, balıkları iyice tanıdıktan ve biraz daha büyüdükten sonra kendisiyle balığa da çıkabileceğini söyledi. Hem bakarsın ilerde senin de bir teknen olur? Ne dersin. Hani çok istiyordun ya”

Çocuk buna cevabını sadece annesine kollarını iyice dolayarak vermişti aslında ama “Feluka* da yeter anne” demekten kendini alamadı.

“Anne, ben anladım. Babama sormak için onu hep denizde aradım ama meğer babam yanımdaymış. Tıpkı şimdi seninle olduğu gibi buraya her gelişimde onunla oturmuşum, denize onunla bakmışım meğer. Ne zaman onu açıkta arasam, o yanımdaymış. Artık ne o kadar üzüleceğim ne de ona kızacağım. Artık sorularım yok ona. O, ben sorular sormadan cevaplarını vermiş zaten. İkinizi de çok seviyorum”

Beraber yürürlerken, köyün ışığı yanan tek evine doğru, deniz usuldu martılar heyecanlı. Rüzgâr usulca omuzlarından aşıyordu. Patikadan aşağı önde bir ışık arkada iki insan vardı. Gece, doğumuna az kalmış gündüze doğru usuldu.

*Feluka: Lazların balık avında kullandıkları geleneksel kayık.

28 Mart 2012 Çarşamba

FIRTINA


Oturmuş kayalara, düş bağlıyordum insanlardan. Aşağıda çırpık deniz ve ötede ufkum engin idi. Yavaş yavaş arttı rüzgar. Arttıkça büyük dalgalar getirmeye başladı, delirtti suyu. Ve enginlik de kaybolunca, rüzgarı düşündüm. Savrulmayı düşündüm. Yoksa hep savuran rüzgar değil miydi? Rüzgarın kendisi savrulur muydu? Bir hikmet ile oluşup çarpılıyor muydu oraya buraya? Başka bir güç mü vardı yönlendiren?
Rüzgar da savruluyor belki. Ve savrulurken kendiyle bir şeyleri de beraberinde götürüyor. Ama hiç saygılı değil: yakapaça. Suyun yakasına yapışıyordu. Götüremediğinden midir ne, getiriyordu karaya. Sanki kendinin olmayanı yoketme güdüsüyle çarpıyordu altımdaki kayalara. Üzerim bütünden kopan tuzlu sudan damlalar oldu; fırtınanın götürmek için kopardığı ama daha dinmeden düşürdüğü.
Kimbilir belki de, diğerlerini sadece kendine katıyordur rüzgar. O da bir giden ve gelendir, içinde parçalarla. Suç ortağı meçhulün.  Bunu hissedince, gözlerime ağladım. Aslında her birimiz suçun ortasındaydık ve ortağıydık suçun. Deniz çıldıran değildi; deniz idi çıldırtılan. Rüzgar ise kışkırtan.
Martılar üşüşmüştü dalgaların buluşma noktasına. Her bir yandan gelip karaya varamadan çarpışan dalgalar denizi öyle bir çalkalamaya başlamıştı ki... İçinde balıklar sersem idi, yosunlar kopuk ve hepsi kumlu. Bu hengamenin bir çıkarcısı olacaktı elbet. Martılar alçaktan uçuyorlardı sessizce. Ya da ben kulaklarımda uğuldayan rüzgara yenilmiştim. Ne martıları ne de sersem balıkları duyabiliyordum. Çamur rengine bulanmış koca leke gaga darbeleriyle ufak ufak yarılıyordu. Süpürülüyordu balıklar.
-Yitmek, fırtınadan arda kalmayan mı demek?-
Oturmuş kayalara, düşlerimi çözdüm insanlardan. Aşağıda su, suda tufan vardı; yüzümde tufan, yakamda tufan. Ellerimle kayaları tuttum. Tutunmak ister gibiydim işte. Korktum. Yitmemek için benden güçlüsüne tutundum.  Ama kayalar bana öykünmedi hiç. Öylece dayandılar. Kaya gibi güçlüydüler. Vermediler beni fırtınaya. Fırtına kuşlarına yem etmediler. Öyle sersemdim ki hayattan çıkma, her kanat çırpıldığında, her bir süzülüşte, gelmesinler dedim.O kadar da güçlü değilim.
-Martılar! Ben fırtına balığı hiç değilim!-
Islandım! Önce rüzgar çarptı suratıma, sonra dalga kayaya, kayayla beraber bana. Parmaklarım donmuştu; kaya soğuktu; zaten hava da. Islanınca sıyrıldılar tutundukları yerden. Tırnaklarıma iş düşmedi bile. Artık denizde, o yandan bu yandan gelen dalgaların çırpıldığı yerde kopuk yosunlar vardı. Bir de sersem balıklar ve ben. Martılar çığlık çığlığaydı. Duyuyordum artık, suyun çilesini duyduğum kadar.

Arkamda bir his... Sırtımda yani. Acıyordu. Öyle böyle değil, sanki balta saplanmış gibi –hoş bilmem balta nasıl durur sırtta acısıyla ya, neyse- ağırdı. Yok, bunu o anda düşünmedim. Yani dalgalarla boğuşup martılara yem olurken diyorum, düşünmedim. Düşmedim ki. Orası hikaye. Tökezimle kalır gibi olup sırtımı kayalara vurdum ve kalkıp eve yollandım.
Bahçeye girdiğimde asmanın yaprakları çam ağacına sarılmıştı. Ama daha bir azimle. Çam bile çatırdıyordu fırtınadan. Asmanın dalları sıkı tutunmuştu daha güçlüye.
Ertesi sabah hava dinmişti. Çam ağacı ise yarı devrik, bahçe duvarına dayanmış duruyordu. Kestik. Asmayı ayıran kim, asmada gitti can havli tutunduğuyla.
Sahi kaçtır soruyorum: “Yitmek, fırtınadan arda kalmayan mı demek?”

27 Mart 2012 Salı

HER ŞEYDE AŞK


Balıkçı takasına, avcı tüfeğine tutkundur aşkla. Kimileri kitaplarla yaşar, kimileri kalemlerle yazar aşkını. Ozan bağlamasında büyülü bir aşktır. Köylü tarlasına, dağcı zirvesine aşıktır. Zirvede dağcı, tarlada çapasıyla köylü; birbirlerinde yeniden doğar aşıklar. Çobanın aşkını, kuzular çoğaltır; sürü olmazsa çoban da yokolur aşk da. Koyunun kuzusuna aşkı vardır, büyüktür. Arının çiçeğe, çiçeğin arıya.. varoluştan gelir.

Büyüktür annenin çocuğuna aşkı. Bir kız , babasına biraz da aşkla bağlıdır. Bir babanın gözyaşları kızının gelinliğinde leke olur eninde sonunda, en temiz aşkını kendi elleriyle, düğün dernek vermektedir başkasına.

O her neyse: bir sevgili; kadın-erkek, klasik bir araba, petekteki oğul, çocuk, kağıt ve kalem; hepsi aşktır.

Her şeyde biraz aşk olmalı, tartısız; ölçülemez ve ölçülmemeli. Her sevi’de biraz aşk, en doğalından. Yaşam insanı aşkla taçlandırır ve insan sevdiğini biraz da aşkla. Hep aşkla yatar, biraz aşkla kalkarız; bazen da yaşla. Her yol aşka gitmektedir aslında. Belki de gitmek istemekte.

Dostunu aşk ile sev, gülü aşk ile kokla, oksijeni aşk ile çek içine. Ama beklentilere boğulma, sana sunulanla yaşa.. yaşam seni götürsün, sen yaşamı götürmeye çalışma.    

Aşklar da, aşk duyulanlar da büyüktür hem gözlerde, hem yüreklerde. Bir yerinden tutunur seven sevdiğine. Ve sevgiliden dönenler. Hepsi aşktan dönmektedirler; aralarında bir tek fark ile: Sevgiden aşka uzananlar, dönüşte gerisingeri sevginin yanından geçeceklerdir gülümsemeyle, ister dururlar ister durmazlar. Aşka hırsla uzananlar ise dönüşte meçhulü adımlayanlar olurlar, gözlerinde göç eden bir sürü kuşla. Mevsim kıştan yaza atlar onlar için ama, kış da birdenbire geliverir sonunda.

KIYAMET VE ALAMET (Kaybedilen Erbay ve Kaan'a)

Yaşamın en tehlikeli noktasında durmak mı deniyor, yokoluştan hemen önceki an ve o anda bulunulan yerde olmanın resmine. Başkaları ne der bilmem, ama rahmetli babam “kıyamet her insan için öldüğü zaman kopar” derdi. Babam da kıyameti gördü. Biz yaşayanlar, her gün temelde aynı olmakla beraber, kopan kıyametlere şahit oluyoruz belediyenin cenaze araçları ile:

Bak bir tane daha geçiyor, kıyametin cesedi!

Bu söz babamın ölümden korktuğunu mu anlatıyor acaba? Bence tamamen yaşamı sevmekle ilgili. Bir çok şey gibi buna da neresinden bakıldığı önemli. Boşuna canının yanmasından çok korkan insanlara ”canı çok tatlı” yakıştırması yapılmıyor. Tatlıdır elbet. Canını kim sevmez ki? Yaşamayı kim sevmez ki? Babam severdi.

Sevmeyenler de var elbette. Yaşamı sevmediğine ya da yaşamın onu sevmediğine inanmış olanları bir şekilde buluruz tren raylarında, beton zeminde, asfaltta, küvette, acı çeken bir yatakta. Yeri önemli değil, elbet vazgeçilmiş yaşamları temsil eden yerlerdir, bu ölmeye değer görülen farklı mekanlar.

Mutlu ve mutsuz olmak; olumlu ve olumsuz, artı ve eksi. Her ikisi de birer anlamdır, iyi ya da kötüyü barındıran. Kişinin, anlamları halen üzerinde taşıdığını, can ile etkileşim içinde olduğunu gösteriyorlar sanırım.

Mutlu isen gül, eğlen. Tarif edemiyorsan mutluluğunun düzeyini, o kadar kabarmışsa ruhun, kahkalara boğul ve hatta sevinçten ağla. Yaz yağmuru gibi, güneşli bir günde ılık ılık ıslat mutluluğu, ki etrafına da bulaşsın.

Mutsuz isen yüzün düşsün yere, gözlerin dalıp gitsin bir yerlere. Çok derin ise mutsuzluğun, canını yakıyorsa en acısından, kendini çaresiz hissedecek kadar çare aramış isen, hıçkırıklara gömül. Belki birileri de olur seninle ağlayan.  

Bunları tarif etmek kolay aslında. Zor olanı, insanın duygularını bile bir yere oturtamadığı durumu, duygusuzluğu anlatmak. “mutsuz bile değilim”: boşluk/anlamı kaybetmek/değerlerin hüküm giymesi.

Hayata bön bön bakıyorsun, çukurlarında gözlerin yok, birer karadelik her ikisi de. Uzatırsan çevreniz de sizi reddecek, eğer sizi sizden önce terketmedilerse; ve yalnız kalacaksın. O gözleri kim aldıysa git ve geri al, yerine tak. Kendine anlamlar bul ve küçük bir boyacı çocuk ol, hani parmakları, avucu boyalı, yüzü karalı boyacı çocuk gibi al eline o bulduğun anlamı ve önce ruhunu fırçala, parlat. Göreceksin, ruhun parlayınca gözlerine ışık kendiliğinden gelecek.

Eğer biri “mutsuz bile değilim” diyebiliyorsa, bu tarifi kendisine yakıştırıyorsa, halen bir anlam duruyordur içinde. Elini bırakmak üzere olabilir, kendi ucundan! Siz tutun onu, anlamlandırın. Yoksa ölmeye değer bir mekan arayabilir kendine.

26 Mart 2012 Pazartesi

Ruha Yazılan Notlar 1

Eve Dönüş 1

Hafta sonu gelmişti, ama her zamanki eve dönüşlerimden biriydi diyemem. Hiç bir gelişim birbirini tutmaz çünkü. Bütün bir iş haftasının yorgunluğunu düşünmezseniz, hep o son gün belirler kapıyı çalışımı, eve girişimi ve gerisini tabi. O gün, yani Cuma akşamı zili çalarken, bir tarafım gidip kanepeye gömülmemi söylüyordu. Üstüme tabut kapağı gibi örtmelilerdi battaniyeyi. Ben uyuklarken evin içindeki sesler toprak olup düşmelilerdi üzerime. Tekrar canlanmak üzere iki günlüğüne ölmeliydim.


Zile bir kere bastıktan sonra, yüzüm çelik kapının soğukluğuna dönük ne kadar bekledim bilmiyorum. Ama sonunda anahtarın kilidin içinde döndüğünü duydum. Bir kere döndü, kapı açılmak istendi ve olmadı. Kilit bir kere daha döndü, kapı açıldı. Bu sefer de gerisine zincir izin vermedi. Sonra uzaklaşan ayak seslerini duydum. Çocukluğumda annemin götürdüğü kadınlar hamamında büyük teyzelerin takunyalarıyla dolaşırken çıkanlar gibi tok seslerle uzaklaştı ayaklar. Peşinden aynı tok tok ses yaklaşmaya başladı. Bu sefer beraberinde bir oflama sesi de vardı. Kapının arkasına bir şey çarptı ve o şeyin üzerine çıkıldığını hissettim. Aralık duran kapının zinciriyle savaş başlamıştı.

“Olmuyor baba!”

“Önce kapıyı kapa kızım, sonra zinciri çıkarabilirsin”

İşte, siz bütün bir haftanın yapaylığıyla kendi evinize defnedilmek isterken, içerden büyük bir güç sizi hevesle eve almak istiyorsa, hiç bir zaman o kanepeye gidip kendinizi gömemezsiniz. Kapının açılması ve ardından o kapıyı açmak için uğraşan gücün, kocaman ayakkabıların içindeki küçük sahibini görmek... bunun böyle bir tutkal gücü var hayata bağlanmak için.





2

Yine bir dönüş yolunda gök, yüzüne bulutları örtmüştü. Yolda hızla giderken, arabanın ön camından yukarılara baktıkça kendimi görüyordum: Yenilmekten son anda kurtulmuş bıkkın bir savaşçı gibi meydandan çekilen kendimi. Bulutların arkasında kanayan bir surat gibiydi şimşekler. Ses yoktu. Uzaktan yanıp sönüyordu kara bulutlar.


Kapıyı çaldığımda, büyük bir gürültü koptu gökten. Sanki göğe dokunmuştu parmağım, zile değil. Ardından, eşikte duran o güzelliği gördüm. Çantamı bırakıp onu kucakladım. Gök peş peşe patlamaya devam etti. O kucağımda bahçeden çıkarken, onu arabaya koyarken ve onunla uzaklaşırken gökyüzü hem bağırıyor hem alevleniyor hem de ağlayıp rahatlıyordu. Delicesine bırakıyordu kendini aşağı.

Kızımı deniz kenarına götürdüm. Arabayı yapabildiğim kadar en yakınına çektim denizin. Farları söndürdüğümde karanlığa ve yağmura karıştık. Arabanın içinde olsak da hem sesini duyabiliyorduk hem de kendisini görebiliyorduk yağmurun. Koltuğu geriye doğru kaydırıp onu kucağıma aldım. Pencereyi biraz indirip suların tek tük bize değmesine izin verdim. O küçük insanı bile öyle güzel etkiliyordu ki bu durum.

Başını göğsüme dayamış koca yürekli çocukla bir olup karanlık denize bakıp durduk. Sadece seslerini duyabildiğimiz dalgaları her şimşek çakışında yakalayabiliyorduk. Bir bakıyorduk, geliyordu. Sonra karanlık... Bir bakıyorduk ki şahlanmış. Ve yine karanlık... ve kayalara kapaklanmış. Ben dalgaları kare kare yakalamaya dalmışım.

“Baba! Bak ta nereye kadar görünüyor” dedi kızım,” bak, bak gördün mü?!”

Baktım ve gördüm. Denizin üzerinde, yukarılarda ara ara yanan bir flaşör ile engini görmek bile mümkündü. Hatta suya düşen damlaların denizi nasıl her yerinden çimdiklediğini bile fark edebilirdiniz.

İşte, hiç bir şey nedensiz yapılmaz. Belki farkında değilizdir ama gönül onu yapmak ister ve yaparız. Zile basmamla göğün patlamasının aynı anda olması bana bunu yaptırmıştı. Gökyüzü de tıpkı benim gibi karışıktı ve patlamıştı. Benim patlamam ise belki de buydu. Onu alıp gitmek, kıyıya. Dinginleşmiştim. Kızım bana o kısacık aydınlanma anlarında da olsa, karanlığın içindeki engini göstermişti.