26 Mart 2012 Pazartesi

Ruha Yazılan Notlar 1

Eve Dönüş 1

Hafta sonu gelmişti, ama her zamanki eve dönüşlerimden biriydi diyemem. Hiç bir gelişim birbirini tutmaz çünkü. Bütün bir iş haftasının yorgunluğunu düşünmezseniz, hep o son gün belirler kapıyı çalışımı, eve girişimi ve gerisini tabi. O gün, yani Cuma akşamı zili çalarken, bir tarafım gidip kanepeye gömülmemi söylüyordu. Üstüme tabut kapağı gibi örtmelilerdi battaniyeyi. Ben uyuklarken evin içindeki sesler toprak olup düşmelilerdi üzerime. Tekrar canlanmak üzere iki günlüğüne ölmeliydim.


Zile bir kere bastıktan sonra, yüzüm çelik kapının soğukluğuna dönük ne kadar bekledim bilmiyorum. Ama sonunda anahtarın kilidin içinde döndüğünü duydum. Bir kere döndü, kapı açılmak istendi ve olmadı. Kilit bir kere daha döndü, kapı açıldı. Bu sefer de gerisine zincir izin vermedi. Sonra uzaklaşan ayak seslerini duydum. Çocukluğumda annemin götürdüğü kadınlar hamamında büyük teyzelerin takunyalarıyla dolaşırken çıkanlar gibi tok seslerle uzaklaştı ayaklar. Peşinden aynı tok tok ses yaklaşmaya başladı. Bu sefer beraberinde bir oflama sesi de vardı. Kapının arkasına bir şey çarptı ve o şeyin üzerine çıkıldığını hissettim. Aralık duran kapının zinciriyle savaş başlamıştı.

“Olmuyor baba!”

“Önce kapıyı kapa kızım, sonra zinciri çıkarabilirsin”

İşte, siz bütün bir haftanın yapaylığıyla kendi evinize defnedilmek isterken, içerden büyük bir güç sizi hevesle eve almak istiyorsa, hiç bir zaman o kanepeye gidip kendinizi gömemezsiniz. Kapının açılması ve ardından o kapıyı açmak için uğraşan gücün, kocaman ayakkabıların içindeki küçük sahibini görmek... bunun böyle bir tutkal gücü var hayata bağlanmak için.





2

Yine bir dönüş yolunda gök, yüzüne bulutları örtmüştü. Yolda hızla giderken, arabanın ön camından yukarılara baktıkça kendimi görüyordum: Yenilmekten son anda kurtulmuş bıkkın bir savaşçı gibi meydandan çekilen kendimi. Bulutların arkasında kanayan bir surat gibiydi şimşekler. Ses yoktu. Uzaktan yanıp sönüyordu kara bulutlar.


Kapıyı çaldığımda, büyük bir gürültü koptu gökten. Sanki göğe dokunmuştu parmağım, zile değil. Ardından, eşikte duran o güzelliği gördüm. Çantamı bırakıp onu kucakladım. Gök peş peşe patlamaya devam etti. O kucağımda bahçeden çıkarken, onu arabaya koyarken ve onunla uzaklaşırken gökyüzü hem bağırıyor hem alevleniyor hem de ağlayıp rahatlıyordu. Delicesine bırakıyordu kendini aşağı.

Kızımı deniz kenarına götürdüm. Arabayı yapabildiğim kadar en yakınına çektim denizin. Farları söndürdüğümde karanlığa ve yağmura karıştık. Arabanın içinde olsak da hem sesini duyabiliyorduk hem de kendisini görebiliyorduk yağmurun. Koltuğu geriye doğru kaydırıp onu kucağıma aldım. Pencereyi biraz indirip suların tek tük bize değmesine izin verdim. O küçük insanı bile öyle güzel etkiliyordu ki bu durum.

Başını göğsüme dayamış koca yürekli çocukla bir olup karanlık denize bakıp durduk. Sadece seslerini duyabildiğimiz dalgaları her şimşek çakışında yakalayabiliyorduk. Bir bakıyorduk, geliyordu. Sonra karanlık... Bir bakıyorduk ki şahlanmış. Ve yine karanlık... ve kayalara kapaklanmış. Ben dalgaları kare kare yakalamaya dalmışım.

“Baba! Bak ta nereye kadar görünüyor” dedi kızım,” bak, bak gördün mü?!”

Baktım ve gördüm. Denizin üzerinde, yukarılarda ara ara yanan bir flaşör ile engini görmek bile mümkündü. Hatta suya düşen damlaların denizi nasıl her yerinden çimdiklediğini bile fark edebilirdiniz.

İşte, hiç bir şey nedensiz yapılmaz. Belki farkında değilizdir ama gönül onu yapmak ister ve yaparız. Zile basmamla göğün patlamasının aynı anda olması bana bunu yaptırmıştı. Gökyüzü de tıpkı benim gibi karışıktı ve patlamıştı. Benim patlamam ise belki de buydu. Onu alıp gitmek, kıyıya. Dinginleşmiştim. Kızım bana o kısacık aydınlanma anlarında da olsa, karanlığın içindeki engini göstermişti.

1 yorum:

  1. buğulu camın ardında karlı koca bir dağ varmış haberimiz yok...
    sağlam olmuş...

    YanıtlaSil

Yorumunuz olumsuz ya da olumlu olmasına bakılmaksızın, ahlak sınırları içinde olduğu sürece yayınlanacaktır. Teşekkür ederim.