22 Mayıs 2012 Salı

Ruha Yazılan Notlar 3


İs ve Çocuk 

Ankara Ulus’taki meydanda atının üzerinde Atatürk heykelini hatırlıyorum. Babamla beraber yürürken bir taraftan ona bakıyor, diğer taraftan meydanın üzerinde çarpışan iki uçak ile ilgili anlattıklarını dinliyordum. Uçak parçalarının ve insanların gökten yağdığını anlatıyordu. O anda şok olmuştum. Küçüktüm, belki onlu yaşlarımın başında, ama ilk defa kim duysa aynı ürpertiyi hissederdi sanırım. Daha bir çok hikaye dinlemişimdir babamdan. Bir çoğu içimdedir, kokularıyla beraber. Ama ister Ulus’taki kaza olsun, isterse başka bir şey, küçüklüğümün anıları genelde is kokar. Heykele bakarken de burnuma Ankara’nın üstüne çökmüş gri gökyüzünün is kokusu gelmişti; hep öyle hatırlarım. Babamın hikayesini dinleyerek girdiğim haldeki sucuk kokularını ve trabzon ekmeğinin kokusunu değil.

Yetmişlerin ve seksenlerin, yani çocukluğumun ve ilk gençlik yıllarımın Ankara’sında kış aylarının baskın kokusuydu is. Annelerin bile üstüne sinecek kadar yoğun çökerdi. Kış aylarında, sobalı evlerde yanan kok kömürlerinin, yumurta kömürlerin dumanlarından göz gözü görmez, kadınlar sokaklarda tülbentleriyle ağız burunlarını kapayarak yürürlerdi. Pazardan gelen annemin iki elinde filelerle karşıdaki toprak yolda  sisler içinden çıkışını balkondan izlerken düşündüğüm, pislik içinde bir güzellikti sadece. Ve ben annemin, kömürlükten eve çıkardığı kömür dolu kovayı sobaya yerleştirdikten sonra beni bir kere de olsa o simsiyah elleriyle sevmesini isterdim. Ama hiç yapmadı; elleri her zaman temizdi saçlarımda dolaşırken. Ben de, onun yerine yıpranmış günlük eteğine, tam da ellerinin kömürünü sildiği yere başımı koyar ve gözlerimi kapardım. İs, kumaş ve annem; ayrı düşünemezdim.

Evimiz, gecekondu mahalleleri ile zamanın modern evlerinin sınırında yer alır ama gecekondu tarafında kalırdı. Gece konmamış da olsa bir nevi üç katlı gecekonduydu işte. Ona kişiliğini daracık bahçesindeki dut ağacı ve girişindeki Dilek Apartmanı yazısı verirdi. Dilek, benim ablamdı. Ben ablamı sadece bir kere, o da sarı kedimi okul çantasında evden çıkartıp uzaklara bıraktığında sevmedim. Çocukluğumu Ankara’nın soğuğundan da, is kokusundan da koruyan bu kedi iken, sanki kedimi değil beni atmışlardı sokağa. Annem kurmuşken bu kumpası, ben yine anne diye ağlamıştım sanırım. O kediyi en son isler içindeki sokaklarda aramıştım; ta ki üstünden araba geçmiş halde yolda yatan bir sarı kedi cesedinde umudumu tüketene kadar.

Hepimiz çocuktuk, toprak yolda plastik topla maç yapan, komşu bahçelerin ağaçlarından meyve çalan çocuklar. Korkuları da sevinçleri de aynı heyecanla yaşardık. Kavgalarımız da çocukcaydı barışmalarımız da. Bozkırın sıcağında yanar, soğuğunda üşür ama oyundan vazgeçmezdik; ta ki annelerimiz hava karardığında babalarımızla bizi korkutana kadar. O an dönerdik soba kokulu evlere. Düşünüyorum da, benim sokaktan döndüğümde anneme görünmeden banyoya kaçıp dizlerimdeki yaraları yıkadığım, üstümdeki tozu toprağı akıttığım gibi onlarda aynı zamanlarda gizlice bunları yapıyorlar mıydı acaba? Bilmiyorum, ama biz arkadaşlar birbirimizi Ankara’nın is kokulu sokaklarında bulup, büyüyemeden yine is kokulu sokaklarında kaybettik. Ayrılan yollar ya başka mahallelere çıktı, ya da Karşıyaka mezarlığına. Biz is kokulu çocuklardık; büyüdük, yıkandık kirlenmemecesine..

8 Mayıs 2012 Salı

BÜYÜK

Revirdeki yatağa oturmuş, elleriyle çarşafı sıkıyordu adam. Kir pas içindeki beyaz gömleği ve düğmesi açılmış yakasının iki yanından sarkan kıravatı ile, sabah evinden bakımlı çıkmış ama şimdi görene neden bu hale geldi acaba dedirtecek kadar dağılmış bir haldeydi; düşük omuzlarıyla mırıldanıyordu:
“Bilmiyorum, çok iyi hatırlamıyorum. Bir ada vardı karşımda. Ben iskeledeydim ve iskeleye bağlı bir kayık.. Birden karşıya geçmek istedim, adaya; ama vapurla değil. Görmek istedim. Yakından görmek geçtiklerimi. Ne yukarıdan, ne de aşağıdan; yanlarından görmek istedim.”
Kaptan “tamam” dedi daha fazla dinlemeye gerek görmeyen bir tavırla. Adamın başında duran zabite doğru usul seslendi:
“Sen gerekeni yap. Sakinleştir. Ben çıkıyorum. Aman dikkat et, pek akıllı görünmüyor. ”
Bitap durumdaki adam da kaptanın gidişiyle ilgilenmedi. Başı aşağıdaydı; bakışları zemini boydan boya kaplayan aşınmış halının üzerinde öylesine gidip geliyordu. Yine bir şeyler söylüyordu.
“Bir his beni itekledi ya da sürükledi. O anda halatı çözdüm ve kayığa atladım. İskeleyi tutarak itekledim. İskeleyi ellerimde hissettiğimde sanki dünyayı itekliyordum; ben ve kayıktan başka ne varsa arkamda, hepsini...”
Zabit ecza dolabını kurcalıyor, ilaç şişelerinin birini alıyor diğerini bırakıyordu.
“Sonra küreklere asıldım. O kadar güzeldi ki deniz öyle yakından, küreklerin suya her çarpışında sıçrayan damlalarla yaşıyordum sanki. Hissediyordum mücadeleyi ve mücadelenin bana kattıklarını. Öyle sahiciydi işte. Kentin asfalt sesinden, gökdelenlerin yükselttiği gururlardan gittikçe uzaklaştım heyecanla. Martılar beni izliyorlardı artık, ben martıları değil”
O anlatıyordu, kimse dinlemiyordu. Geceydi. Açıkta farkedildiğinde, yakamozun içinde bir ateş böceği gibiydi sönmekli. Devasa boyutlardaki tankerin köprüüstü vardiyasındaki ikinci kaptan, uykudaki Süvari Bey’i  kamarasında uyandırmış, doğrudan üzerine gittikleri titrek ışığı haber vermişti. Kaptan köprüye geldiğinde ikincinin yanında gömleğini ilikliyor, bir taraftan da önündeki ekranda, yansımamı ışık mı olduğundan emin olamadığı parlaklığa denk düşen bir şamandıra ya da mendirek arıyordu bulamayacağı. Önce etrafından dolaşmak, yanından geçip gitmek istediler. Sonra kayığı ve içindeki adamı farkettiler. Yol kesip filikalardan birini suya indirdiler. Çelikten adanın dibinden iki kişi ayrılıp üç kişi olarak geri döndüler. Yüzündeki tüm ifadeler düşmüş adamın sesini ilk defa bordaya çıkartılırken duydular:
“Hayır! Kayık...Kayığa bırakın beni!”
Ama diğerlerine göre gemi daha güvenliydi. Bordaya çıkartılıp revire götürülürken, gemi yükünü boşaltacağı limana yol almak için çoktan harekete geçmişti.
 İki gemicinin arasında revire götürülürken adam,  “çok büyük, bu çok büyük; hissetmiyorum denizi” diyordu.