22 Mayıs 2012 Salı

Ruha Yazılan Notlar 3


İs ve Çocuk 

Ankara Ulus’taki meydanda atının üzerinde Atatürk heykelini hatırlıyorum. Babamla beraber yürürken bir taraftan ona bakıyor, diğer taraftan meydanın üzerinde çarpışan iki uçak ile ilgili anlattıklarını dinliyordum. Uçak parçalarının ve insanların gökten yağdığını anlatıyordu. O anda şok olmuştum. Küçüktüm, belki onlu yaşlarımın başında, ama ilk defa kim duysa aynı ürpertiyi hissederdi sanırım. Daha bir çok hikaye dinlemişimdir babamdan. Bir çoğu içimdedir, kokularıyla beraber. Ama ister Ulus’taki kaza olsun, isterse başka bir şey, küçüklüğümün anıları genelde is kokar. Heykele bakarken de burnuma Ankara’nın üstüne çökmüş gri gökyüzünün is kokusu gelmişti; hep öyle hatırlarım. Babamın hikayesini dinleyerek girdiğim haldeki sucuk kokularını ve trabzon ekmeğinin kokusunu değil.

Yetmişlerin ve seksenlerin, yani çocukluğumun ve ilk gençlik yıllarımın Ankara’sında kış aylarının baskın kokusuydu is. Annelerin bile üstüne sinecek kadar yoğun çökerdi. Kış aylarında, sobalı evlerde yanan kok kömürlerinin, yumurta kömürlerin dumanlarından göz gözü görmez, kadınlar sokaklarda tülbentleriyle ağız burunlarını kapayarak yürürlerdi. Pazardan gelen annemin iki elinde filelerle karşıdaki toprak yolda  sisler içinden çıkışını balkondan izlerken düşündüğüm, pislik içinde bir güzellikti sadece. Ve ben annemin, kömürlükten eve çıkardığı kömür dolu kovayı sobaya yerleştirdikten sonra beni bir kere de olsa o simsiyah elleriyle sevmesini isterdim. Ama hiç yapmadı; elleri her zaman temizdi saçlarımda dolaşırken. Ben de, onun yerine yıpranmış günlük eteğine, tam da ellerinin kömürünü sildiği yere başımı koyar ve gözlerimi kapardım. İs, kumaş ve annem; ayrı düşünemezdim.

Evimiz, gecekondu mahalleleri ile zamanın modern evlerinin sınırında yer alır ama gecekondu tarafında kalırdı. Gece konmamış da olsa bir nevi üç katlı gecekonduydu işte. Ona kişiliğini daracık bahçesindeki dut ağacı ve girişindeki Dilek Apartmanı yazısı verirdi. Dilek, benim ablamdı. Ben ablamı sadece bir kere, o da sarı kedimi okul çantasında evden çıkartıp uzaklara bıraktığında sevmedim. Çocukluğumu Ankara’nın soğuğundan da, is kokusundan da koruyan bu kedi iken, sanki kedimi değil beni atmışlardı sokağa. Annem kurmuşken bu kumpası, ben yine anne diye ağlamıştım sanırım. O kediyi en son isler içindeki sokaklarda aramıştım; ta ki üstünden araba geçmiş halde yolda yatan bir sarı kedi cesedinde umudumu tüketene kadar.

Hepimiz çocuktuk, toprak yolda plastik topla maç yapan, komşu bahçelerin ağaçlarından meyve çalan çocuklar. Korkuları da sevinçleri de aynı heyecanla yaşardık. Kavgalarımız da çocukcaydı barışmalarımız da. Bozkırın sıcağında yanar, soğuğunda üşür ama oyundan vazgeçmezdik; ta ki annelerimiz hava karardığında babalarımızla bizi korkutana kadar. O an dönerdik soba kokulu evlere. Düşünüyorum da, benim sokaktan döndüğümde anneme görünmeden banyoya kaçıp dizlerimdeki yaraları yıkadığım, üstümdeki tozu toprağı akıttığım gibi onlarda aynı zamanlarda gizlice bunları yapıyorlar mıydı acaba? Bilmiyorum, ama biz arkadaşlar birbirimizi Ankara’nın is kokulu sokaklarında bulup, büyüyemeden yine is kokulu sokaklarında kaybettik. Ayrılan yollar ya başka mahallelere çıktı, ya da Karşıyaka mezarlığına. Biz is kokulu çocuklardık; büyüdük, yıkandık kirlenmemecesine..

8 Mayıs 2012 Salı

BÜYÜK

Revirdeki yatağa oturmuş, elleriyle çarşafı sıkıyordu adam. Kir pas içindeki beyaz gömleği ve düğmesi açılmış yakasının iki yanından sarkan kıravatı ile, sabah evinden bakımlı çıkmış ama şimdi görene neden bu hale geldi acaba dedirtecek kadar dağılmış bir haldeydi; düşük omuzlarıyla mırıldanıyordu:
“Bilmiyorum, çok iyi hatırlamıyorum. Bir ada vardı karşımda. Ben iskeledeydim ve iskeleye bağlı bir kayık.. Birden karşıya geçmek istedim, adaya; ama vapurla değil. Görmek istedim. Yakından görmek geçtiklerimi. Ne yukarıdan, ne de aşağıdan; yanlarından görmek istedim.”
Kaptan “tamam” dedi daha fazla dinlemeye gerek görmeyen bir tavırla. Adamın başında duran zabite doğru usul seslendi:
“Sen gerekeni yap. Sakinleştir. Ben çıkıyorum. Aman dikkat et, pek akıllı görünmüyor. ”
Bitap durumdaki adam da kaptanın gidişiyle ilgilenmedi. Başı aşağıdaydı; bakışları zemini boydan boya kaplayan aşınmış halının üzerinde öylesine gidip geliyordu. Yine bir şeyler söylüyordu.
“Bir his beni itekledi ya da sürükledi. O anda halatı çözdüm ve kayığa atladım. İskeleyi tutarak itekledim. İskeleyi ellerimde hissettiğimde sanki dünyayı itekliyordum; ben ve kayıktan başka ne varsa arkamda, hepsini...”
Zabit ecza dolabını kurcalıyor, ilaç şişelerinin birini alıyor diğerini bırakıyordu.
“Sonra küreklere asıldım. O kadar güzeldi ki deniz öyle yakından, küreklerin suya her çarpışında sıçrayan damlalarla yaşıyordum sanki. Hissediyordum mücadeleyi ve mücadelenin bana kattıklarını. Öyle sahiciydi işte. Kentin asfalt sesinden, gökdelenlerin yükselttiği gururlardan gittikçe uzaklaştım heyecanla. Martılar beni izliyorlardı artık, ben martıları değil”
O anlatıyordu, kimse dinlemiyordu. Geceydi. Açıkta farkedildiğinde, yakamozun içinde bir ateş böceği gibiydi sönmekli. Devasa boyutlardaki tankerin köprüüstü vardiyasındaki ikinci kaptan, uykudaki Süvari Bey’i  kamarasında uyandırmış, doğrudan üzerine gittikleri titrek ışığı haber vermişti. Kaptan köprüye geldiğinde ikincinin yanında gömleğini ilikliyor, bir taraftan da önündeki ekranda, yansımamı ışık mı olduğundan emin olamadığı parlaklığa denk düşen bir şamandıra ya da mendirek arıyordu bulamayacağı. Önce etrafından dolaşmak, yanından geçip gitmek istediler. Sonra kayığı ve içindeki adamı farkettiler. Yol kesip filikalardan birini suya indirdiler. Çelikten adanın dibinden iki kişi ayrılıp üç kişi olarak geri döndüler. Yüzündeki tüm ifadeler düşmüş adamın sesini ilk defa bordaya çıkartılırken duydular:
“Hayır! Kayık...Kayığa bırakın beni!”
Ama diğerlerine göre gemi daha güvenliydi. Bordaya çıkartılıp revire götürülürken, gemi yükünü boşaltacağı limana yol almak için çoktan harekete geçmişti.
 İki gemicinin arasında revire götürülürken adam,  “çok büyük, bu çok büyük; hissetmiyorum denizi” diyordu.

29 Nisan 2012 Pazar

DENİZİN DEMİ


Hava bulanıktı, bulutlar birikmişti göğün yüzüne. Sahile gittikçe daha sert vuran deniz, çakılları aşarak karaya çekilmiş kayıkların etrafından usulca geri dönüyor, geride oynaşan çakıllar arasında ölü yosunlar kalıyordu.


Bir dalga daha düştü sahile, köpüklenerek uzandı kayıkların dibine kadar. Daha önce gelen bir yosun parçasını alıp gitmek istedi deniz. Ama geri dönerken su, bir adım düştü üzerine. Yosun çıplak topuğa takıldı. Ardından çakıllardan birini kavradı kalın parmaklar. Kaldırıp denize fırlattı taşı. Suya düşmesini beklemeden geri döndü ayaklar. Önce çakılları, ardından kuru yosunla karışmış kumları geçtiler. Islak ayaklar kahvehanenin ahşap zemininde izlerini bırakmaya başladığında, çay ocağının arkasındaki adam elindeki demliği telaşla bıraktı tezgaha. Kaçmak istedi. Ama paçalarından su damlayan rakibi çoktan tezgahın çıkışını kapamıştı bile.

“Dur!” dedi adam.

Kalın parmaklar çaycının boğazını sıkıp başını hızla tezgaha yapıştırdı. Bastıra bastıra, sürterek sebil musluğunun altına soktu ve kaynar suyu açtı. Suyun yüze boşalışı ile bir bağırtı koptu.  Bağırtı böğürtüye dönüştüğünde ancak gevşedi o parmaklar. Beden yerdeki cam kırıklarının üzerine devrildi. Peşinden demlik havalandı ve yerde kıvranan adamın suratına boşaldı bütün çay.  Çaycı inliyordu, yüzünü avuçlarının arasına almış.

“Ne yaptın oğlum!” dedi, bir masadan uzanan ses, “Ne yaptın ah oğlum! Öldürüyordun adamı!”

Turan, şimdi iskelenin ucunda durmuş gittikçe bulanan gökyüzüne bakıyordu, kan çanağı gözlerle. Denize indiğinde bakışları, kuru toprakta kuru yosunlar gördü. Midesi bulandı. Eğilip kustu. Yanan elinin acısını ilk defa dudaklarını silmeye kalktığında hissedince, elini çekip tükürdü.

“Ölmüşten beter oldu şerefsiz” dedi, “yanınca kızaran suratında iblisi gördü herkes”

Balıkçı kahvesiydi burası. Bir kapısı iskeleye çıkar, bir kapısı ise çakıllık sahile inerdi bir kaç merdiven ile. Balıkçılar iskele kapısından ekmek teknelerine ulaşırlar, dönüşlerinde yine bu kapıdan girip ilk nefeslerini alıp demlenirlerdi.
Bir yıl kadar önce Turan ve babası masalardan birinde oturmuşlardı. Baba, artık denizi bırakacağını ilk defa orada söylemişti oğluna. Son bir kez daha çıkacaklardı küçük takalarıyla ava. Sonra geçkin yaşını, nasırlarını dinlendirecekti yaşlı adam. Eh, belki ara sıra oğluyla gidebilirdi ama kaptan artık oğlu olacaktı. O gidişlerinde en fazla çay içerdi güvertede, sallana sallana.

O akşam çıkmışlardı işte son kez. O gece ağları salarlarken karanlığa, devasa bir gölge düşmüştü üzerlerine. Ay ve yıldızlar yokolmuş, bir şilebin düdüğünün duyulmasıyla sancaktan ilk dalgayı yemeleri bir olmuştu. Deli gibi çalkalanmaya başlamıştı deniz. Balık dolu ağın büyük bir güçle denize çekildiğini hissettiklerinde ise, yaşlı adam “takıldık evlat, bırak ağı!” diye bağırmıştı ancak, kendisi de ağ ile beraber denize düşmüştü.
Şilep arkasında köpükler bırakarak uzaklaşırken, Turan bir süre babasına seslenmişti. Karanlıkta bir ses duymak, suda bir yüz görmek için didinmişti ama nafile. Yardım almalıydı. Babası mutlaka oralarda bir yerlerdeydi. Hemen sahile yöneldi.

Turan, iskeleye yaklaştığında olanca gücüyle bağırmaya başladı. Motor sesinden bağırışları kimse duymasa bile, kahvedekiler güvertede çırpınan adamı fark edince iskeleye koşmuşlardı. Taka iskeleye yaslandığında bir kaç balıkçı güverteye atlamış, bir taraftan ne olduğunu anlamaya çalışırlarken diğer taraftan ağdan geri kalanları sudan toplamaya başlamışlardı. Bunu görünce Turan’da aceleyle asılmıştı ağa; ağırdı ağ, zaman kaybediyorlardı. “Keselim!” demişti ki; gelen ağa dolanmış bir çift ayak gördü sudan çıkan. O zaman bütün sular çekildi altından, taka toprağa düştü sancıyla. Karıştı benliği Turan’ın; ağları çok önce, babası suya düşer düşmez çekmeliydi; anladı.

12 Nisan 2012 Perşembe

Ruha Yazılan Notlar 2

Eve Dönüş 3


Durup dururken gitmek ile dönmeyi düşünmeye başladım. Nereden gidilir ve nereye dönülür? Neye göre ayırıyoruz bu ikisini? Sonra çok basit olduğu aklıma geldi. Esas mekan evimiz, yuvamız olduğuna göre, oradan gidilir ve oraya dönülür. Bu kadar... Yani yine dönmüştüm eve. Bu sefer nereden döndüğümü hatırlamıyorum. Bildiğim, asansörü çağırdığım. Her zaman yaptığım buydu zaten. En kısa yoldan gitmek. Kata çıkmak için asansöre, bir yere gitmek için taksiye, otobüse, şuna buna binmek ve gitmek. Tabi ki geldiğinde asansöre bindim ve kat düğmesine bastım. Sonra, kapanmakta olan kapıya elimi dayadım aniden, yüzüm yere düşük biraz durdum ve indim. Merdiven korkuluklarının arasından kıvrılarak çıkan boşluğa uzatıp başımı, yukarıya baktım. Ne umuyordum ki? Her kattan aynı boşluğa uzanmış başka başlar mı? Belki de. Onun yerine derin bir karanlık vardı ve karanlık varsa genelde sessizlik de onunla olurdu zaten.


İlk basamağa adım atarken kravatımı gevşetiyordum. İkincisinde çantamı omuzuma asmıştım. Merdivenleri adımlarken yalnızlığın içinde tırmanıyordum sanki. Loştum ve her katta kapalıydı kapılar. Dokunmak istiyordum zillere. Basmak ama kaçmamak. Çocukluğumuzdaki kadar kolay açılmazken kapılar, kaçmanın heyecanı da kalmamıştı.


Bastım ve kaçmadım.


Bir kadın açtı kapıyı. Yüzün de ter, gözlerinde köhne bir bakış vardı; eteğinde bir çocuk eli, ardında ağlamalık bebek. Ayaklarının yanında, yerde duvara dayalı bir evrak çantası takıldı gözüme. Kadın bir bana bakıyordu, bir de arkasındaki ağlamaya. Diğer taraftan da eteğine asılan çocuğun eline değdi kendi eli, iterek.


“Afedersiniz, yanlış çalmışım” dedim, ve döndüm.


Arkamdan kapanan bir kapı, defalarca dönen kilidin sesi ve belli belirsiz bir “kim ki bu” sorusu bırakmıştım.


Kimim ben? Sahi, ben kimim?
  
Merdivenleri çıktıkça, yürüdükçe koridorlarda, topuklarım ben buradayım diyordu. Sessiz olmalı mıydım ki? Hırsız mıydım ben? Ses hırsızı! Birer birer çaldım her kapının sesini.


“Annee! Babam nerde kaldı?” diyordu 2 numara.


3 numara ekledi “Oğlum yeter artık! Git biraz da kendin oyna!”


4 Numara “Bağırma be kadın! Bütün apartman duyuyor!”


“Bıktım senden!”


“Annem neden ağlıyor baba!”


İçerde kapılar çarparken, dış kapılar kapalıydı. Kapı ardlarından sesler geliyordu. Kendi dünyalarından ama kendilerine uzak sesler, hızla yanımızdan geçen bir arabanın arka camından seslenen bir çocuk yüzü gibi ulaşmayan.


İkinci kata geldiğimde kat otomatı yandı yine. Karşımda dört kapı vardı. Kravatımı biraz daha gevşettim. Çantamı elime alıp parmak uçlarımı kapılara sürte sürte geçmeye başladım. “Kaçırıldık tanrım! Topluca kaçırıldık ve kimse duymuyor sesimizi” dedi 7 numara. Durdum. Bu ses kocasını yıllar önce kaybettiğini, çocuklarının kırk yılda bir uğradığını duyduğum yetmişli yaşlarında yalnız yaşayan Mualla isimli kadına aitti. Parmağımı zile uzatırken kapı birden açıldı ve emniyet zincirinin arkasından bir çift göz ile kıpırdayan yaşlı bir dudak gördüm tam karşımda.


“Kaçırıldık evladım!” diyordu yaşlı bir kadın, ”rehin alındık birer birer”


“Teyze..” dedim ama dinlemedi; devam etti tokat atar gibi.


“Eskiden kapılar çalınmadan açılırdı. Şimdi çalsan ne olur oğlum, ben her gün sabahtan akşama yalnızlık içinde oturuyorum burada. Sizler işlerinize gidip geliyorsunuz kadınlı erkekli. Kavgalarınızı, çocukların ana babalarına yalvarışlarını, ağlamaları ve sessizliği dinliyorum. Çalma kapımı bin asansöre ve git evine!”


“Teyze!” diye bir kaç kez tekrarladım heyecanla, şaşkınlıkla. Kapı yüzüme kapandığında zile basıyordum. Açılmadı.


Dediğini yaptım. Asansöre binerek kendi katıma gittim. İçeri girmek için kapı önünde beklerken kaç kilit sesi duydum bilmiyorum, ya da içeri girdikten sonra sessizliğin ardından kaç defa kilitlendi kapı.


Ertesi gün, yine işten geldiğimde, önce yola park etmiş bir ambulans ve ardından binanın kapısında kalabalık arasından geçen bir sedye gördüm. Sedyede, siyah ceset torbasında birini taşıyorlardı. Bahçede yanımdan geçerlerken tarif edilemez bir koku geldi burnuma. Kapıcı ile göz göze geldik.


“Yedi numaradaki Mualla Teyze” dedi kapıcı, neredeyse bir hafta önce ölmüş de haberimiz yok Murat Bey!”


Haberimiz yok Murat Bey..


Haberimiz yok.


“Haberin yok” dedi yaşlı kadın, kendi katıma çıkarken asansörün aynasında son kez.

8 Nisan 2012 Pazar

LİMANİ

Burada, limanda yaşıyorum; her şeyin gelip gittiği yerde. İnsanlar, eşyalar ve yükler. Karadan gelip denize giderler; denizden gelip karaya. Gemiler bağlanır bana, gemiler ayrılır benden. Ben gönderir, ben karşılarım. Ben ise gitmeyen ve gelmeyenim.
İskeledeyim. Körfezde dalgalar var. Çok fazla dalga. Geliyorlar ve iskelenin paslı ayaklarınca yarılarak altımdan geçiyorlar. Limanın betonlarına olanca güçleri ile çarpıyorlar. Kıyı boyunca gözlerimi kaydırıp soluma baktığımda, sahili görüyorum. Limanın betonlarının bittiği yerden başlıyor çakıllı sahil.  Dalgalarla sevişen küçük taşların çıkardığı sesler yankılanıyor kulağımda. Çağrışım bu, yoksa duymuyorum. Uzağım. Seni düşünüyorum. Geçerken yanımdaki o kısacık duruşunu, bana dokunuşunu ve sözlerini...
“Limanları sever misin? Körfeze bak, beni gör” demiştin gemiye binmeden önce. Şimdi gelişini bekliyorum. Limanları sevmem. Çünkü ben ne gidenim ne gelen.
Eğer altımdaki beton diklemesine çıkmasaydı denizin karşısına, dalgalar öyle hırçın dövmezdi kıyıyı. Tıpkı biraz ötede olduğu gibi hepsi sırayla taşlara kapaklanır, etrafa biraz kendilerinden dağıtır ve rahatlayıp gerisin geriye, asıllarına dönerlerdi. Ama burda deniz bana ancak çok öfkelendiğinde değiyor. O zamanlarda, önce bir patlama oluyor. Altımdaki beton sarsılıyor. Sonra karşımda ve hemen ardından üzerimde görüyorum suları. Peşinden de öyle sert düşüyor ki dalga... Suyun bir kısmı geri dönemiyor. Etrafımda birikiyor kalanlar. Güneş alıyor onları, deniz değil.  
Ben burada yaşıyorum. Ne gelirim ne giderim. Gelip gidenler insanlardır, belki bir selam ile. Ve yükler havalanır vinçlerin kollarında. Karadan bordaya bordadan karaya geçerler üzerimden. Ben burdayım hep, gidemeyen ve gelemeyenim; saplıyım betona.
Limanın suya inen betonlarına lastikler koyulmuş. Deniz yaslansın diye değil, gemiler dayansın diye. Kalın ve güçlü görünüyorlar. Bir o kadar da esnek. Yoksa bunca eziyete nasıl katlanırlar? Bense gemilerin her yanaşmasında boğulacak gibi oluyorum. Boynumu sarıyor kalın halat. Lastikler de sıkışıyor benim gibi. Seslerini duyuyorum. Onlar beni duyamıyor, çünkü halatlar boynumu sıkıyor.
Arkada dağlar var, yamaçlarında evler. Akşamları pencerelerinde ışıklar. Önümde deniz, açıkta gemiler. Lumbuzlarında ışıklar.
Seni bir kere gördüm. Giderken. Şimdi hasretle bekliyorum gelmeni. Yanaşan gemilerin güvertelerindeki seni düşlüyorum. Belki birinden inersin de hatırlarsın; durup dinlersin diye. İşte o zaman değecek bunca şeye.
Bazen açıkta küçük bir kayık görürsem, durup dururken mutlu olurum. Boynum özgürse, hafifsem izlerim onu doyasıya. Öylece durmuş suyun üstünde, oynaşır uzun süre. İçinde bir insan bakıp bakıp denizin içine balık çeker. Alır alacağını ve gider sonra. Yalvarırım sessizce: “buraya gel, sen bağlan bana...” diye. Boynumu çok sıkmaz o küçük kayık. Dalgayı hissederim halatında. Balıkları görürüm. Ama buraya yolcular inip çıkar, yükler dolar ve boşalır. O, küçük iskeleye gider hep. Orada balıklar ve balıkçılar olur. Kıskanırım küçüklüğü.
Ben buradayım, limanda. Akşam vakti deniz sakin. Yamaçta ışıklar yanıp sönüyor. Bir gemi daha geliyor dolu. Sıkışıyor lastikler. Halatları bağlıyorlar bana. Daralırken gönlüm, ağırsın diyorum gemiye.
“insanlar ve yükleri” diyor. 
Lastiklere bir yaslanıyor bir uzaklaşıyor gemi.

“Yapma, nefes alamıyorum” diyorum.
“Deniz” diyor, “sallıyor beni”.

2 Nisan 2012 Pazartesi

DURAK

Bu kasabada bir tane durak var. Dışarda, anayolun kenarında. Yağmur yağıyorsa, biraz ıslanarak hemen altına kaçıp otobüse binebilirim diyebileceğiniz cinsten değil yani. Uzun uzun yürümeniz lazım varmak için. Varmak derken, durağa demek istiyorum. Otobüse bindikten sonra da şehire gitmek için yine uzun uzun yol almanız lazım. Kasaba durağa, durak da şehire epey uzak anlayacağınız.  
O gün sıcaktı, hafif bir bozkır rüzgarı serinletmeye çalışıyordu havayı. Bozun ortasında çatıları kavrulan evlerin arasından çıktım. Yolun yarısına gelmeden şakaklarımdan terler akmaya başlamıştı bile. Kasabanın etrafı sararmış otlarla çevriliydi. Vardığımda, gölgesine sığındım durağın. Beklemeye başladım yine. Ve gördüm: geliyordu otobüs, ama buraya değil.
Hasan belirdi birden yanımda. Küçük dostum, “abi be” dedi, “hadi gel binelim şu otobüse, beni şehre götür”. Ses etmedim hiç. Sigarayı yere, bir elimi omzuna attım. Biliyordu, ne ben binebilirdim otobüse, ne de biri inerdi benim için. Otobüs biraz yavaşlayıp sonra uzaklaştı. Elimi salladım ardından, ama neden? Dur mu, hoşçakal mı? Baksalar da pencerelerinden anlayamazlar zaten beni; hiç burada durmadı ki. Elimde kibrit ve kutusu, dudaklarımda yeni yanmış sigara. Otobüs gidiyordu, ama buradan değil.

Hasan gitti. Bu sefer küstü sanırım. Ne kadar da hevesli binmeye. Ama yapamıyorum. Götürmeli miyim onu? Ah çocuk ah! Aslında sen beni götürmek istiyorsun, biliyorum.

Sesini duymasaydım, hani otobüs yavaşlarken koca tekerlekleri arasından gelen tıslama sesini hiç duymasaydım, başımı kaldırıp bakmazdım. Zaten durmasına gerek olmadığını anlıyor şoför, beni görünce bineceğimi sansa da oralı olmayınca frene dokunduğuyla kalıyor ve ayağını çekip yoluna gidiyor. Peki ne işim var benim her gün o durakta öylece dinelmiş. Yok, ben deliriyorum sanırım. Deliler kendilerini mi kandırır?

Her tıslamaya kafamı kaldırmak istediğimde, otobüsün ön camında bir yazı, şu nereye giderse onu yazdıkları tabela yani. Kaldırsam başımı da baksam diyorum ona. Hangi semte, şehrin neresine... Görmek de görmemek de canımı acıtıyor aslında. Otobüsdekilerin bakışlarını hissediyorum geçip giderken. Bakmıyorum. Bakarsam umut bağlarım gitsem mi diye. Kalıptan çıkmış gibi öylece duruyorum, sabit.

Ya geldiği yeri görürsem, ya içinde biri varsa bana gelen, ama benden habersiz. Üstelik bir de durursa, kapı açılırsa. Ben sırtımı dönüp gidersem. O anlamaz ki, aslında ben kendimden gidiyorum ondan değil. Kendimi kandırıyorum.

Bozkırda yağmur yağınca toprak akar. Su toprağı ordan oraya sürükleyip durur. Yolun kenarından oluk oluk bulanık sular akıyor şimdi. Aniden bastırdı her zamanki gibi. Gökyüzü kapandı, koyu lacivert. Ben duraktayım. Islanmıyorum. O kadar uzun zamandır altındayım ki durağın tavanının.

Hasan'ı en son durağa doğru koşarken gördüm. Yağmur yağıyordu. Ben kuruydum, o ise ıslak. Bir nevi otobüstü bu çocuk artık benim için. Çukurlara küçük ayakları girip çıkıyor, hedefe kilitlenmiş koşuyordu. Gözlerim kısıktı, bakıyordum: Hasan kendinden gelip bana gidiyor gibiydi. Sanırım bağırıyordu da. Duydum ama anlayamadım, kulaklarımda bir uğultu vardı gittikçe azalan. Kendimden geçiyordum; geçtim.

Neyse, dedim ya çok uzun zaman olmuştu durağın altında bekleyen bir adam için. Hasan'ı en son bağıra çağıra koşarken görmüşler, bana doğru. Tavanına ip bağlamışım durağın ve yağmur dinmemiş. Ama kuruymuşum. Bir tek sallanırken ayakkabılarım ıslanmış, damlıyormuş ayaklarım. Hissedemedim Hasan’ı da, sarıldığında bacaklarıma. Ölmüşüm.

31 Mart 2012 Cumartesi

FELUKA DA YETER

I.
Önce akşam rüzgârında üşümüş çalılar ile dikine toprak duydu ayak seslerini. Yamaçtan çıkarken tabanı altından küçük taşlar kaçıyordu. İki ayak ve çıkışın heyecanıyla yere avuç koyan bir el telaşlıydı. Bir elde ise fener, yol göstermekten çok tesadüflerle kah toprağı kah çalının birini işaret ediyor, nadiren belli belirsiz patikaya düşüyordu. Tırmandı. Yukarı vardığında, çocuğun karşısına olabildiğince siyah çıktı. Gece tüm denize ve göğe hâkim olmuştu. Suya hızla inen kayalık, suyla bir olmuş dipten yukarı sesleniyordu.

Tam ucunda durdu, aşağı baktı, sadece sesleri duydu; ayaklarını salarak yarı boşluğa oturdu. Öyle dingindi ki her şey. Aşağıdaki su usuldu, kayalara dokunuşları usul. Gök sade bir karanlığa bürünmüştü. Berrak karanlık demeliydi buna. Denizle ufkun sınırı kaybolmuş, ağ çeken teknelerin ışıkları göğün yüzünde dolanan yıldızlar olmuştu. Sonra rüzgâr da öyle yumuşak seviyordu ki yüzünü; annesinin eli gibiydi, şefkatli ve dikkatli. Ama o, baba, dedi belli belirsiz.

“Baba... Hangisindesin şimdi? Hangi ışıksın? Şu en uzakta, ölü dalgalar arasında yanıp sönen misin?”

Babasını hep öyle, bir var bir yok hatırlardı. İçindeki babanın tasviri buydu: bir var bir yok.

Bütün bunları, dinginliğin ortasında bir küçük heyelan gibi düşünürken, parmakları farkındalıktan yoksun, kayanın üzerinde dolanıyordu. Eline gelen ilk taşı boş bir isyan edasıyla denize yuvarladı. Taş, önce bir çalıya takılır gibi olup yardan aşağı düştü. Gitti, gitti, ve denize son kayanın üzerindeki yengece çarpıp suya düştü. Taş küçüktü, yengeç biraz irkildi, ama o kadar. Çocuk bunları hiç görmedi.

Üzerinde durduğu kayalıkta arkasına baktığında kasabanın ışıklarının azaldığını fark etti. Birer ikişer ışıklar kapanıyor, evler kendilerini saklıyorlardı. Babasının ışığının aksine, evininkini seçebiliyordu. Annesi merak ediyor olmalıydı. Yapacak bir şey yoktu gerçi, babasını bulmaya gitmenin buruk heyecanı baskındı. Belki biraz azar işitirdi ama, annesi yine de ona kıyamaz, yatağında yorganı boğazına kadar örtüp, alnına o en güzel dudakları değdirir ve onu uykuya verirdi nasılsa.

Eline iki taş daha aldı. Avucunda onlarla oynuyor, sıkıyor, gevşetiyordu. Bazen canını acıtacak kadar sıktığında diğer eline alıp acıyan avucunda oluşan izlere bakıyordu. Gördüğü, kırmızıdan mora kaçan tozlu ve ezik bir deri oluyordu. Ama kısa sürede tekrar normal haline geldiğini görüyordu. Ama büyük acı denen şeylerin izini sürmek çok kolaydı. Onun için bir deniz, bir kaya, bir taka, hatta bir balık görmek bile yeterliydi. İz onlardı. Gördüğü her takanın pervanesinde yırtılan bir balık gibi hissederdi kendini mesela. Ya da çekilen ağdan bordaya düşen ilk balık; en canlısı, ölmeden önce en çok çırpınan.

Düşüncelerden telaşlı kanat sesleri uyandırdı onu. Denizden gelen iki martı konmak istedikleri kayalarda “insan” görünce ani bir manevrayla vazgeçmişler, biri sağa biri sola dönüp kanatlarından rüzgâr verip gitmişlerdi. Kımıltısız duran çocuğu son anda fark etmişlerdi..

“Peki” dedi arkalarından, “Peki, özür dilerim sizden. Gelin konun. Burası size yakışır. Ben artık yokum.”

Kalktı, elindeki iki taşı da aşağı bıraktı. Taşlar önlerine hiç engel çıkmadan boşluktan karanlığın içine düştüler. Biri doğruca dingin suya dalıp dibe otururken saklandığı yerden bir ahtapot fırladı. Diğer taş ise daha öncekinden de nasibini alan yengece hızla çarpıp onu suya attı. Boşlukta hızlanan taşın çarpmasıyla sersemleyen yengeci ahtapot kaptı.

Çocuk bir an huzursuzlandı. Aşağı baktı, ama yine sudan başka bir şey duymadı. Huzursuzlandı. Acının sesini duyar gibi olmuştu. Eline baktı, taşlar yoktu. Hatırladı ne yaptığını...

Dik patikadan inerken bu sefer daha dikkatliydi. Fenerin ışığını özenle önünde götürüyordu. İndi ve eve doğru yol aldı.


II.
Evin kapısı aralıktı. İttiğinde ince bir gıcırtıyla açıldı kapı. Annesini gördü, girişe yayılmış kilimin üzerine bağdaş kurmuş, elleri yüzünde uzun saçları önünde annesini, omuzları titreyen annesini. Hiç ses etmedi. Kapıyı usulca kapadı ama kapı yine ince bir gıcırtıyla kapandı. Sonra karşısına oturdu. Ayaklarını altına aldı, ellerini yüzüne verdi. Ne annesi ona bakıyordu, ne çocuk annesine. Öylece oturdular, gürültüsüz ağladılar ve manidardılar. Böylece geçti bir zaman, ağlamak için oldukça uzun zaman.

“Oğlum”

Titriyordu sesi.

“Oğlum, nerdeydin biliyorum. Bunu sormayacağım. Sadece ne yaptın, onu anlat.”

Saçlarını arkaya doğru atmış, gözyaşıyla parlamış gözlerle bakıyordu.

Çocuk içini çekti. O içe düşmek gerekti. Yüzünü gözünü ovuşturdu.

“Kayalıklara çıktım. Ama feneri aldım anne, düşerim de sen üzülürsün diye aldım onu anne. Hava çok güzeldi. Biraz soğuktu ama güzeldi. Kayalara çıkıp biraz oturdum. Bugün barınaktan açılan tekneleri görmüştüm. Onlara bakmak istedim...”

Tıkandı. Sustu.

Annesi, kapının önünde saatlerdir oturuyordu aslında. Merakı sinire döndüğünde birden kapıya yönelmiş, açmış ama o ince gıcırtıyı duyunca irkilip bir an durmuş, vazgeçmiş ve olduğu yere oturup kalmıştı. Hayatının o gıcırtıdan ibaret olduğunu hissediyordu. Önce kocasının geç saatlerde gelişinin habercisiydi. Bir süredir ise çocuğunun gelişinin. O ses, şimdi, birdenbire öfkenin uyarısı olmuştu.

“Kızmıyorum… Kızmayacağım...” dedi. “Babanı değil mi? Onu görmek istedin yine!”

“Anne, ben biliyorum her şeyi. Babamın aslında balıkçı olmadığını biliyorum. Tekneyle açıldığında ava gitmediğini, fırtınada batmadığını da. Köyün bütün çocukları biliyor ki... Onun aslında bir ayyaş olduğunu söylüyorlar. Hep yaparmış, yine yalvarmış balıkçılara. Sonra da sarhoş olup denize düşmüş. Yani biliyorum... hem ben onu görmek istedim ama sormak için, sevmek için değil. ”

Şaşkın bir sessizlikti bu seferki.

“Peki,” dedi anne, “sordun mu?”

“Hayır, soramadım yine. Ne zaman ışıklardan birinde onu bulduğumu sansam, o denize düşüyor anne. Bir türlü soramıyorum”

“Suyun içindeki biri nasıl duyabilir ki seni, üstelik sarhoşsa?” diyebildi annesi sadece, onu da biraz kendi kendine.

Bir sessizliğin içinde bunca anlam hep beraber nasıl dolaşabilirse öyle yankılıydı ev. Anne ayağa kalktı, oğlunu tutup kaldırdı usulca, tıpkı kayalıklardaki rüzgâr gibi usulca sevdi yanaklarını. Sonra el ele gıcırtının ortasından geçip dışarı çıktılar. Bu gıcırtı son kez duyulmuştu.

Aynı patikayı bu sefer iki kişi, aynı heyecanla çıkıyordu. Annenin elindeydi fener ama yine tesadüflerle çalılar aydınlanıyor, gece çekirgeleri zıplarken yakalanıyorlardı. Bu sefer daha fazla el toprağa dokunuyor, ayakların altından daha çok taş aşağı kaçıyordu. Yukarı vardıklarındaysa, yine kocaman bir siyah karşıladı onları. Çocuk annesini çekiştirerek uca getirdi. Oturdular. O altı deniz boşlukta dört ayak sallanıyordu.

“Anne, neler oldu biliyor musun? Aynı buraya oturmuştum. Şu karşıda gördüğün tekne ışıklarından birine babamı koymaya çalışıyordum. Koyabilsem soracaktım. Neden içiyordun, neden gittin, neden düştün, bizi de düşürdün, diye. Bütün bunları düşünürken iki martı geldi. Nerdeyse bana çarpacaklardı ama, son anda fark edip kaçtılar. Buraya konamadılar. Onlardan özür diledim. Beni duydular mı bilmiyorum. Sonra eve dönmek için ayağa kalktığımda birden içimde kötü bir şey hissettim. Anlatamam nasıl bir şeydi, ama biraz endişe var şimdi bende. Elimde taşlar vardı. Onları aşağı attım sanırım. Anne, ya o martıların yuvaları varsa aşağıda. Ya yuvalarında yumurtaları; ya attığım taşlar yumurtalarını kırdıysa. Ben o hisse bu yüzden kapıldıysam?”

O anda motor sesi duyuldu uzaktan. Bir balıkçı teknesi ağır ağır suyu çalkalayarak geçiyor, üzerinde sabırsızca uçuşan martıların sesleri geliyordu. Onları görmek bu zifir karanlıkta kolay değildi ama bazıları tekneye iyice yaklaştığında ışıklardan seçilebiliyorlardı. Gerçekten sabırsızdılar. Ama yukarda, kayaların üzerinde iki kişi birbirlerini anlayabilmek için hiç bu kadar sabretmemişlerdi.

“Ya attığım taşlar yumurtaları kırdıysa anne?” diye tekrarladı çocuk. Kulakları annesinde, gözleri geçen teknenin ışıklarıyla bir var bir yok martılardaydı.

Annesi çocuğunu kolunun altına aldı, “Canım kuzum,” dedi, “dünyada başkalarına bilerek zarar veren o kadar çok insan var ki bazen istemeden yapılan hareketlerin başkalarına verdiği zararlar bağışlanabilir ve hatta telafi edilebilir. Bilmiyorum orda yumurta var mıydı, kırıldılar mı. Ama bundan sonra görmediğin yere taş atmazsın, martılara yiyecek verirsin, onları diğer insanlara karşı elinden geldiğince korursun. Onlar daha çok yumurta yaparlar. Böylece tüm martılar seni affederler.

Çocuk bu açıklamalarla biraz rahatlamıştı. Annesine daha sıkı sarıldı ve annesini dinlemeye devam etti.

“Hadi geri dönelim. Biliyor musun, geçenlerde amcan ile konuştum. Seni hemen denize çıkartamayacağını söyledi. Ama yaz tatilinde kasabada bir arkadaşının balıkçısında çalışabileceğini, balıkları iyice tanıdıktan ve biraz daha büyüdükten sonra kendisiyle balığa da çıkabileceğini söyledi. Hem bakarsın ilerde senin de bir teknen olur? Ne dersin. Hani çok istiyordun ya”

Çocuk buna cevabını sadece annesine kollarını iyice dolayarak vermişti aslında ama “Feluka* da yeter anne” demekten kendini alamadı.

“Anne, ben anladım. Babama sormak için onu hep denizde aradım ama meğer babam yanımdaymış. Tıpkı şimdi seninle olduğu gibi buraya her gelişimde onunla oturmuşum, denize onunla bakmışım meğer. Ne zaman onu açıkta arasam, o yanımdaymış. Artık ne o kadar üzüleceğim ne de ona kızacağım. Artık sorularım yok ona. O, ben sorular sormadan cevaplarını vermiş zaten. İkinizi de çok seviyorum”

Beraber yürürlerken, köyün ışığı yanan tek evine doğru, deniz usuldu martılar heyecanlı. Rüzgâr usulca omuzlarından aşıyordu. Patikadan aşağı önde bir ışık arkada iki insan vardı. Gece, doğumuna az kalmış gündüze doğru usuldu.

*Feluka: Lazların balık avında kullandıkları geleneksel kayık.