İs ve Çocuk
Ankara Ulus’taki meydanda atının üzerinde Atatürk heykelini
hatırlıyorum. Babamla beraber yürürken bir taraftan ona bakıyor, diğer taraftan
meydanın üzerinde çarpışan iki uçak ile ilgili anlattıklarını dinliyordum. Uçak
parçalarının ve insanların gökten yağdığını anlatıyordu. O anda şok olmuştum.
Küçüktüm, belki onlu yaşlarımın başında, ama ilk defa kim duysa aynı ürpertiyi
hissederdi sanırım. Daha bir çok hikaye dinlemişimdir babamdan. Bir çoğu
içimdedir, kokularıyla beraber. Ama ister Ulus’taki kaza olsun, isterse başka
bir şey, küçüklüğümün anıları genelde is kokar. Heykele bakarken de burnuma
Ankara’nın üstüne çökmüş gri gökyüzünün is kokusu gelmişti; hep öyle
hatırlarım. Babamın hikayesini dinleyerek girdiğim haldeki sucuk kokularını ve
trabzon ekmeğinin kokusunu değil.
Yetmişlerin ve seksenlerin, yani çocukluğumun ve ilk gençlik
yıllarımın Ankara’sında kış aylarının baskın kokusuydu is. Annelerin bile üstüne
sinecek kadar yoğun çökerdi. Kış aylarında, sobalı evlerde yanan kok kömürlerinin,
yumurta kömürlerin dumanlarından göz gözü görmez, kadınlar sokaklarda
tülbentleriyle ağız burunlarını kapayarak yürürlerdi. Pazardan gelen annemin
iki elinde filelerle karşıdaki toprak yolda sisler içinden çıkışını balkondan izlerken
düşündüğüm, pislik içinde bir güzellikti sadece. Ve ben annemin, kömürlükten
eve çıkardığı kömür dolu kovayı sobaya yerleştirdikten sonra beni bir kere de
olsa o simsiyah elleriyle sevmesini isterdim. Ama hiç yapmadı; elleri her zaman
temizdi saçlarımda dolaşırken. Ben de, onun yerine yıpranmış günlük eteğine,
tam da ellerinin kömürünü sildiği yere başımı koyar ve gözlerimi kapardım. İs,
kumaş ve annem; ayrı düşünemezdim.
Evimiz, gecekondu mahalleleri ile zamanın modern evlerinin
sınırında yer alır ama gecekondu tarafında kalırdı. Gece konmamış da olsa bir
nevi üç katlı gecekonduydu işte. Ona kişiliğini daracık bahçesindeki dut ağacı
ve girişindeki Dilek Apartmanı yazısı verirdi. Dilek, benim ablamdı. Ben ablamı
sadece bir kere, o da sarı kedimi okul çantasında evden çıkartıp uzaklara
bıraktığında sevmedim. Çocukluğumu Ankara’nın soğuğundan da, is kokusundan da
koruyan bu kedi iken, sanki kedimi değil beni atmışlardı sokağa. Annem
kurmuşken bu kumpası, ben yine anne diye ağlamıştım sanırım. O kediyi en son
isler içindeki sokaklarda aramıştım; ta ki üstünden araba geçmiş halde yolda
yatan bir sarı kedi cesedinde umudumu tüketene kadar.
Hepimiz çocuktuk, toprak yolda plastik topla maç yapan,
komşu bahçelerin ağaçlarından meyve çalan çocuklar. Korkuları da sevinçleri de
aynı heyecanla yaşardık. Kavgalarımız da çocukcaydı barışmalarımız da. Bozkırın
sıcağında yanar, soğuğunda üşür ama oyundan vazgeçmezdik; ta ki annelerimiz
hava karardığında babalarımızla bizi korkutana kadar. O an dönerdik soba kokulu
evlere. Düşünüyorum da, benim sokaktan döndüğümde anneme görünmeden banyoya
kaçıp dizlerimdeki yaraları yıkadığım, üstümdeki tozu toprağı akıttığım gibi
onlarda aynı zamanlarda gizlice bunları yapıyorlar mıydı acaba? Bilmiyorum, ama
biz arkadaşlar birbirimizi Ankara’nın is kokulu sokaklarında bulup, büyüyemeden
yine is kokulu sokaklarında kaybettik. Ayrılan yollar ya başka mahallelere
çıktı, ya da Karşıyaka mezarlığına. Biz is kokulu çocuklardık; büyüdük,
yıkandık kirlenmemecesine..