8 Mayıs 2012 Salı

BÜYÜK

Revirdeki yatağa oturmuş, elleriyle çarşafı sıkıyordu adam. Kir pas içindeki beyaz gömleği ve düğmesi açılmış yakasının iki yanından sarkan kıravatı ile, sabah evinden bakımlı çıkmış ama şimdi görene neden bu hale geldi acaba dedirtecek kadar dağılmış bir haldeydi; düşük omuzlarıyla mırıldanıyordu:
“Bilmiyorum, çok iyi hatırlamıyorum. Bir ada vardı karşımda. Ben iskeledeydim ve iskeleye bağlı bir kayık.. Birden karşıya geçmek istedim, adaya; ama vapurla değil. Görmek istedim. Yakından görmek geçtiklerimi. Ne yukarıdan, ne de aşağıdan; yanlarından görmek istedim.”
Kaptan “tamam” dedi daha fazla dinlemeye gerek görmeyen bir tavırla. Adamın başında duran zabite doğru usul seslendi:
“Sen gerekeni yap. Sakinleştir. Ben çıkıyorum. Aman dikkat et, pek akıllı görünmüyor. ”
Bitap durumdaki adam da kaptanın gidişiyle ilgilenmedi. Başı aşağıdaydı; bakışları zemini boydan boya kaplayan aşınmış halının üzerinde öylesine gidip geliyordu. Yine bir şeyler söylüyordu.
“Bir his beni itekledi ya da sürükledi. O anda halatı çözdüm ve kayığa atladım. İskeleyi tutarak itekledim. İskeleyi ellerimde hissettiğimde sanki dünyayı itekliyordum; ben ve kayıktan başka ne varsa arkamda, hepsini...”
Zabit ecza dolabını kurcalıyor, ilaç şişelerinin birini alıyor diğerini bırakıyordu.
“Sonra küreklere asıldım. O kadar güzeldi ki deniz öyle yakından, küreklerin suya her çarpışında sıçrayan damlalarla yaşıyordum sanki. Hissediyordum mücadeleyi ve mücadelenin bana kattıklarını. Öyle sahiciydi işte. Kentin asfalt sesinden, gökdelenlerin yükselttiği gururlardan gittikçe uzaklaştım heyecanla. Martılar beni izliyorlardı artık, ben martıları değil”
O anlatıyordu, kimse dinlemiyordu. Geceydi. Açıkta farkedildiğinde, yakamozun içinde bir ateş böceği gibiydi sönmekli. Devasa boyutlardaki tankerin köprüüstü vardiyasındaki ikinci kaptan, uykudaki Süvari Bey’i  kamarasında uyandırmış, doğrudan üzerine gittikleri titrek ışığı haber vermişti. Kaptan köprüye geldiğinde ikincinin yanında gömleğini ilikliyor, bir taraftan da önündeki ekranda, yansımamı ışık mı olduğundan emin olamadığı parlaklığa denk düşen bir şamandıra ya da mendirek arıyordu bulamayacağı. Önce etrafından dolaşmak, yanından geçip gitmek istediler. Sonra kayığı ve içindeki adamı farkettiler. Yol kesip filikalardan birini suya indirdiler. Çelikten adanın dibinden iki kişi ayrılıp üç kişi olarak geri döndüler. Yüzündeki tüm ifadeler düşmüş adamın sesini ilk defa bordaya çıkartılırken duydular:
“Hayır! Kayık...Kayığa bırakın beni!”
Ama diğerlerine göre gemi daha güvenliydi. Bordaya çıkartılıp revire götürülürken, gemi yükünü boşaltacağı limana yol almak için çoktan harekete geçmişti.
 İki gemicinin arasında revire götürülürken adam,  “çok büyük, bu çok büyük; hissetmiyorum denizi” diyordu.



Zabit elindeki şırınganın iğnesini damara batırıp sakinleştiriciyi vücuda yaydı. Başında beklediği adamın sesinin çıkmadığını, göz kapaklarının kapandığını görünce revirden çıkıp gitti.
Kocaman bir demir yığını karanlıkta denizi yarıyordu. Bir amacı vardı, o da yükünü boşaltacağı limana ulaşmak. Gerisi ayrıntıydı, deniz gibi.
Saatler sonra uyuşturulmuş adamın göz kapakları titremeye başladı. Gözler, kapağın altında istemsiz dönüyorlardı. O, kayıktaydı. Küreklere asılıyor, asıldıkça göğsü sıkışmaya başlıyordu. Ada, sandığından daha uzaktı sanki; hiç yaklaşamıyordu. Gücünü yitirip her pes edişinde akıntı onu biraz daha açığa sürüklüyordu; ne ardında bıraktığı karaya, ne de adaya değil, hepsinden uzağa... Güneş saatlerdir üzerindeydi ve yüzü yanmış, gerilmişti. Şişen avuçları kürekleri kavrayamıyordu. Hepsinden önemlisi susamıştı. Dudaklarını ısırdı. Gözünü açtı. Revirin tavanında bakışlarını netleştiremeden tekrar kapadı.
Kürek çekmeyi bırakıp başını arkaya attı. Güneş gözkapaklarından geçip zihnini iyi kavururken, düşündü. Neden bu kadar zor olmuştu ki. Dünyayı yeterince itememiş miydi? Evet emindi, yeterince hızla itememişti. Hala onunlaydı bıraktığını sandığı her şey. Kürekleri bırakıp kayığın arkasına baktı. İskeleden çözdüğü halatın ucu suyun içindeydi. Telaşla uzanıp halatı çekmeye başladı. Kolayca toplandı halat. Ucunda hiç bir şey yoktu. Şiş avuçlarıyla alnından akan terleri sildi. Yüzü yanıyordu, aklı gibi.
Hava kararmaya başladığında kürekler suya değmekle değmemek arasında gidip geliyorlardı. Karanlık bastırdığında ise, adam kendini kayığa, kürekleri denize, kayığı karanlığa bıraktı. Gözlerini tekrar açtı. Uyandığında dev gemi limana gelmiş manevra için dönen pervaneler denizi deli gibi dağıtmaya başlamıştı. Yatakta doğruldu. Sakindi. Hatta fazla sakindi. Kalkıp koridorları geçti, merdivenler inip çıktı ve bordaya ulaştı. Güneşi emmiş sıcak çelikten yüzeyin kenarından baktı. İskele kumların üzerinde beton ayaklarıyla gemiye uzanmak üzere bekleyen bir köprü gibiydi. Ve o, o kadar yüksekteydi ki.
“Yoksa deniz mi çok aşağıda” diye mırıldandı boşluğa.  
İnsanlar yanına gelip dalgaların yaladığı adamın cesedini çevirdiklerinde, kuma bıraktığı izin içine deniz doldu.
Çok uzakta küçük bir balıkçı kasabasının kıyısında, denizin çakılların üzerine çıkarmaya çalıştığı bir kayığa doğru koştu çocuklar. İçine atladılar. Ne insan vardı içinde ne kürek ama bir kağıt parçası yüzüyordu dibinde birikmiş suda. Kağıt bir çocuğun elinde açıldığında satırlar akıyordu:
“Kayık yanaştığında kumsala, karaya değil, önce suya atlamalı. Ayaklar suda ıslanmalı karaya basmadan önce. Deniz, üstünde yüzenin aslında kayık değil insan olduğunu görmeli, ki insan da denize teniyle teşekkür etmeli. Denizin sınırında bekleşen kuru kumlara ıslak iz bırakmalı.
Denizin ayak izi
Ayağın deniz izi”
Çocuk, kağıdı elinden almaya çalışan diğerini itip ayağa kalktı. Sığ suda altı dibe değen kayığın üzerinden suya atladı. Kuma vardığında küçük ayaklarıyla izler bırakmaya başladı.
Ceset götürülürken, adamın kumda bıraktığı çukurun içi deniz doluydu; kumsalın ardında ışıklarıyla liman, onun peşinden uzayan şehir ve iskelede yükünü boşaltan tankerin içi ise bir sürü insan.

1 yorum:

Yorumunuz olumsuz ya da olumlu olmasına bakılmaksızın, ahlak sınırları içinde olduğu sürece yayınlanacaktır. Teşekkür ederim.