“Bilmiyorum, çok iyi hatırlamıyorum. Bir
ada vardı karşımda. Ben iskeledeydim ve iskeleye bağlı bir kayık.. Birden karşıya
geçmek istedim, adaya; ama vapurla değil. Görmek istedim. Yakından görmek
geçtiklerimi. Ne yukarıdan, ne de aşağıdan; yanlarından görmek istedim.”
Kaptan “tamam” dedi daha fazla dinlemeye
gerek görmeyen bir tavırla. Adamın başında duran zabite doğru usul seslendi:
“Sen gerekeni yap. Sakinleştir. Ben çıkıyorum. Aman dikkat
et, pek akıllı görünmüyor. ”
Bitap durumdaki adam da kaptanın
gidişiyle ilgilenmedi. Başı aşağıdaydı; bakışları zemini boydan boya kaplayan aşınmış
halının üzerinde öylesine gidip geliyordu. Yine bir şeyler söylüyordu.
“Bir his beni itekledi ya da sürükledi.
O anda halatı çözdüm ve kayığa atladım. İskeleyi tutarak itekledim. İskeleyi ellerimde
hissettiğimde sanki dünyayı itekliyordum; ben ve kayıktan başka ne varsa
arkamda, hepsini...”
Zabit ecza dolabını kurcalıyor, ilaç
şişelerinin birini alıyor diğerini bırakıyordu.
“Sonra küreklere asıldım. O kadar
güzeldi ki deniz öyle yakından, küreklerin suya her çarpışında sıçrayan
damlalarla yaşıyordum sanki. Hissediyordum mücadeleyi ve mücadelenin bana
kattıklarını. Öyle sahiciydi işte. Kentin asfalt sesinden, gökdelenlerin
yükselttiği gururlardan gittikçe uzaklaştım heyecanla. Martılar beni
izliyorlardı artık, ben martıları değil”
O anlatıyordu, kimse dinlemiyordu.
Geceydi. Açıkta farkedildiğinde, yakamozun içinde bir ateş böceği gibiydi
sönmekli. Devasa boyutlardaki tankerin köprüüstü vardiyasındaki ikinci kaptan,
uykudaki Süvari Bey’i kamarasında
uyandırmış, doğrudan üzerine gittikleri titrek ışığı haber vermişti. Kaptan köprüye
geldiğinde ikincinin yanında gömleğini ilikliyor, bir taraftan da önündeki ekranda,
yansımamı ışık mı olduğundan emin olamadığı parlaklığa denk düşen bir şamandıra
ya da mendirek arıyordu bulamayacağı. Önce etrafından dolaşmak, yanından geçip
gitmek istediler. Sonra kayığı ve içindeki adamı farkettiler. Yol kesip filikalardan birini suya indirdiler. Çelikten
adanın dibinden iki kişi ayrılıp üç kişi olarak geri döndüler. Yüzündeki tüm ifadeler düşmüş adamın sesini ilk defa
bordaya çıkartılırken duydular:
“Hayır! Kayık...Kayığa bırakın beni!”
Ama diğerlerine göre gemi daha
güvenliydi. Bordaya çıkartılıp revire götürülürken, gemi yükünü boşaltacağı limana
yol almak için çoktan harekete geçmişti.
İki gemicinin arasında revire götürülürken
adam, “çok büyük, bu çok büyük; hissetmiyorum
denizi” diyordu.
Zabit elindeki şırınganın iğnesini damara
batırıp sakinleştiriciyi vücuda yaydı. Başında beklediği adamın sesinin
çıkmadığını, göz kapaklarının kapandığını görünce revirden çıkıp gitti.
Kocaman bir demir yığını karanlıkta denizi
yarıyordu. Bir amacı vardı, o da yükünü boşaltacağı limana ulaşmak. Gerisi
ayrıntıydı, deniz gibi.
Saatler sonra uyuşturulmuş adamın göz
kapakları titremeye başladı. Gözler, kapağın altında istemsiz dönüyorlardı. O,
kayıktaydı. Küreklere asılıyor, asıldıkça göğsü sıkışmaya başlıyordu. Ada,
sandığından daha uzaktı sanki; hiç yaklaşamıyordu. Gücünü yitirip her pes
edişinde akıntı onu biraz daha açığa sürüklüyordu; ne ardında bıraktığı karaya,
ne de adaya değil, hepsinden uzağa... Güneş saatlerdir üzerindeydi ve yüzü yanmış,
gerilmişti. Şişen avuçları kürekleri kavrayamıyordu. Hepsinden önemlisi
susamıştı. Dudaklarını ısırdı. Gözünü açtı. Revirin tavanında bakışlarını
netleştiremeden tekrar kapadı.
Kürek çekmeyi bırakıp başını arkaya attı.
Güneş gözkapaklarından geçip zihnini iyi kavururken, düşündü. Neden bu kadar
zor olmuştu ki. Dünyayı yeterince itememiş miydi? Evet emindi, yeterince hızla
itememişti. Hala onunlaydı bıraktığını sandığı her şey. Kürekleri bırakıp kayığın
arkasına baktı. İskeleden çözdüğü halatın ucu suyun içindeydi. Telaşla uzanıp halatı
çekmeye başladı. Kolayca toplandı halat. Ucunda hiç bir şey yoktu. Şiş
avuçlarıyla alnından akan terleri sildi. Yüzü yanıyordu, aklı gibi.
Hava kararmaya başladığında kürekler suya
değmekle değmemek arasında gidip geliyorlardı. Karanlık bastırdığında ise, adam
kendini kayığa, kürekleri denize, kayığı karanlığa bıraktı. Gözlerini tekrar
açtı. Uyandığında dev gemi limana gelmiş manevra için dönen pervaneler denizi
deli gibi dağıtmaya başlamıştı. Yatakta doğruldu. Sakindi. Hatta fazla sakindi.
Kalkıp koridorları geçti, merdivenler inip çıktı ve bordaya ulaştı. Güneşi
emmiş sıcak çelikten yüzeyin kenarından baktı. İskele kumların üzerinde beton
ayaklarıyla gemiye uzanmak üzere bekleyen bir köprü gibiydi. Ve o, o kadar
yüksekteydi ki.
“Yoksa deniz mi çok aşağıda” diye
mırıldandı boşluğa.
İnsanlar yanına gelip dalgaların
yaladığı adamın cesedini çevirdiklerinde, kuma bıraktığı izin içine deniz
doldu.
Çok uzakta küçük bir balıkçı kasabasının
kıyısında, denizin çakılların üzerine çıkarmaya çalıştığı bir kayığa doğru
koştu çocuklar. İçine atladılar. Ne insan vardı içinde ne kürek ama bir kağıt
parçası yüzüyordu dibinde birikmiş suda. Kağıt bir çocuğun elinde açıldığında
satırlar akıyordu:
“Kayık yanaştığında kumsala, karaya
değil, önce suya atlamalı. Ayaklar suda ıslanmalı karaya basmadan önce. Deniz,
üstünde yüzenin aslında kayık değil insan olduğunu görmeli, ki insan da denize
teniyle teşekkür etmeli. Denizin sınırında bekleşen kuru kumlara ıslak iz
bırakmalı.
Denizin ayak izi
Ayağın deniz izi”
Çocuk, kağıdı elinden almaya çalışan
diğerini itip ayağa kalktı. Sığ suda altı dibe değen kayığın üzerinden suya
atladı. Kuma vardığında küçük ayaklarıyla izler bırakmaya başladı.
Ceset götürülürken, adamın kumda
bıraktığı çukurun içi deniz doluydu; kumsalın ardında ışıklarıyla liman, onun
peşinden uzayan şehir ve iskelede yükünü boşaltan tankerin içi ise bir sürü insan.
Bu yorum yazar tarafından silindi.
YanıtlaSil