Hava bulanıktı, bulutlar birikmişti göğün yüzüne. Sahile gittikçe
daha sert vuran deniz, çakılları aşarak karaya çekilmiş kayıkların etrafından usulca
geri dönüyor, geride oynaşan çakıllar arasında ölü yosunlar kalıyordu.
Bir dalga daha düştü sahile, köpüklenerek uzandı kayıkların dibine kadar. Daha önce gelen bir yosun parçasını alıp gitmek istedi deniz. Ama geri dönerken su, bir adım düştü üzerine. Yosun çıplak topuğa takıldı. Ardından çakıllardan birini kavradı kalın parmaklar. Kaldırıp denize fırlattı taşı. Suya düşmesini beklemeden geri döndü ayaklar. Önce çakılları, ardından kuru yosunla karışmış kumları geçtiler. Islak ayaklar kahvehanenin ahşap zemininde izlerini bırakmaya başladığında, çay ocağının arkasındaki adam elindeki demliği telaşla bıraktı tezgaha. Kaçmak istedi. Ama paçalarından su damlayan rakibi çoktan tezgahın çıkışını kapamıştı bile.
“Dur!” dedi adam.
Kalın parmaklar çaycının boğazını sıkıp başını hızla tezgaha
yapıştırdı. Bastıra bastıra, sürterek sebil musluğunun altına soktu ve kaynar
suyu açtı. Suyun yüze boşalışı ile bir bağırtı koptu. Bağırtı böğürtüye dönüştüğünde ancak gevşedi o
parmaklar. Beden yerdeki cam kırıklarının üzerine devrildi. Peşinden demlik
havalandı ve yerde kıvranan adamın suratına boşaldı bütün çay. Çaycı inliyordu, yüzünü avuçlarının arasına almış.
“Ne yaptın oğlum!” dedi, bir masadan uzanan ses, “Ne yaptın ah
oğlum! Öldürüyordun adamı!”
Turan, şimdi iskelenin ucunda durmuş gittikçe bulanan
gökyüzüne bakıyordu, kan çanağı gözlerle. Denize indiğinde bakışları, kuru
toprakta kuru yosunlar gördü. Midesi bulandı. Eğilip kustu. Yanan elinin
acısını ilk defa dudaklarını silmeye kalktığında hissedince, elini çekip tükürdü.
“Ölmüşten beter oldu şerefsiz” dedi, “yanınca kızaran
suratında iblisi gördü herkes”
Balıkçı kahvesiydi burası. Bir kapısı iskeleye çıkar, bir
kapısı ise çakıllık sahile inerdi bir kaç merdiven ile. Balıkçılar iskele
kapısından ekmek teknelerine ulaşırlar, dönüşlerinde yine bu kapıdan girip ilk
nefeslerini alıp demlenirlerdi.
Bir yıl kadar önce Turan ve babası masalardan birinde oturmuşlardı.
Baba, artık denizi bırakacağını ilk defa orada söylemişti oğluna. Son bir kez daha
çıkacaklardı küçük takalarıyla ava. Sonra geçkin yaşını, nasırlarını
dinlendirecekti yaşlı adam. Eh, belki ara sıra oğluyla gidebilirdi ama kaptan
artık oğlu olacaktı. O gidişlerinde en fazla çay içerdi güvertede, sallana
sallana.
O akşam çıkmışlardı işte son kez. O gece ağları salarlarken
karanlığa, devasa bir gölge düşmüştü üzerlerine. Ay ve yıldızlar yokolmuş, bir
şilebin düdüğünün duyulmasıyla sancaktan ilk dalgayı yemeleri bir olmuştu. Deli
gibi çalkalanmaya başlamıştı deniz. Balık dolu ağın büyük bir güçle denize
çekildiğini hissettiklerinde ise, yaşlı adam “takıldık evlat, bırak ağı!” diye
bağırmıştı ancak, kendisi de ağ ile beraber denize düşmüştü.
Şilep arkasında köpükler bırakarak uzaklaşırken, Turan bir
süre babasına seslenmişti. Karanlıkta bir ses duymak, suda bir yüz görmek için
didinmişti ama nafile. Yardım almalıydı. Babası mutlaka oralarda bir
yerlerdeydi. Hemen sahile yöneldi.
Turan, iskeleye yaklaştığında olanca gücüyle bağırmaya başladı.
Motor sesinden bağırışları kimse duymasa bile, kahvedekiler güvertede çırpınan adamı
fark edince iskeleye koşmuşlardı. Taka iskeleye yaslandığında bir kaç balıkçı güverteye
atlamış, bir taraftan ne olduğunu anlamaya çalışırlarken diğer taraftan ağdan
geri kalanları sudan toplamaya başlamışlardı. Bunu görünce Turan’da aceleyle
asılmıştı ağa; ağırdı ağ, zaman kaybediyorlardı. “Keselim!” demişti ki; gelen
ağa dolanmış bir çift ayak gördü sudan çıkan. O zaman bütün sular çekildi
altından, taka toprağa düştü sancıyla. Karıştı benliği Turan’ın; ağları çok
önce, babası suya düşer düşmez çekmeliydi; anladı.