29 Nisan 2012 Pazar

DENİZİN DEMİ


Hava bulanıktı, bulutlar birikmişti göğün yüzüne. Sahile gittikçe daha sert vuran deniz, çakılları aşarak karaya çekilmiş kayıkların etrafından usulca geri dönüyor, geride oynaşan çakıllar arasında ölü yosunlar kalıyordu.


Bir dalga daha düştü sahile, köpüklenerek uzandı kayıkların dibine kadar. Daha önce gelen bir yosun parçasını alıp gitmek istedi deniz. Ama geri dönerken su, bir adım düştü üzerine. Yosun çıplak topuğa takıldı. Ardından çakıllardan birini kavradı kalın parmaklar. Kaldırıp denize fırlattı taşı. Suya düşmesini beklemeden geri döndü ayaklar. Önce çakılları, ardından kuru yosunla karışmış kumları geçtiler. Islak ayaklar kahvehanenin ahşap zemininde izlerini bırakmaya başladığında, çay ocağının arkasındaki adam elindeki demliği telaşla bıraktı tezgaha. Kaçmak istedi. Ama paçalarından su damlayan rakibi çoktan tezgahın çıkışını kapamıştı bile.

“Dur!” dedi adam.

Kalın parmaklar çaycının boğazını sıkıp başını hızla tezgaha yapıştırdı. Bastıra bastıra, sürterek sebil musluğunun altına soktu ve kaynar suyu açtı. Suyun yüze boşalışı ile bir bağırtı koptu.  Bağırtı böğürtüye dönüştüğünde ancak gevşedi o parmaklar. Beden yerdeki cam kırıklarının üzerine devrildi. Peşinden demlik havalandı ve yerde kıvranan adamın suratına boşaldı bütün çay.  Çaycı inliyordu, yüzünü avuçlarının arasına almış.

“Ne yaptın oğlum!” dedi, bir masadan uzanan ses, “Ne yaptın ah oğlum! Öldürüyordun adamı!”

Turan, şimdi iskelenin ucunda durmuş gittikçe bulanan gökyüzüne bakıyordu, kan çanağı gözlerle. Denize indiğinde bakışları, kuru toprakta kuru yosunlar gördü. Midesi bulandı. Eğilip kustu. Yanan elinin acısını ilk defa dudaklarını silmeye kalktığında hissedince, elini çekip tükürdü.

“Ölmüşten beter oldu şerefsiz” dedi, “yanınca kızaran suratında iblisi gördü herkes”

Balıkçı kahvesiydi burası. Bir kapısı iskeleye çıkar, bir kapısı ise çakıllık sahile inerdi bir kaç merdiven ile. Balıkçılar iskele kapısından ekmek teknelerine ulaşırlar, dönüşlerinde yine bu kapıdan girip ilk nefeslerini alıp demlenirlerdi.
Bir yıl kadar önce Turan ve babası masalardan birinde oturmuşlardı. Baba, artık denizi bırakacağını ilk defa orada söylemişti oğluna. Son bir kez daha çıkacaklardı küçük takalarıyla ava. Sonra geçkin yaşını, nasırlarını dinlendirecekti yaşlı adam. Eh, belki ara sıra oğluyla gidebilirdi ama kaptan artık oğlu olacaktı. O gidişlerinde en fazla çay içerdi güvertede, sallana sallana.

O akşam çıkmışlardı işte son kez. O gece ağları salarlarken karanlığa, devasa bir gölge düşmüştü üzerlerine. Ay ve yıldızlar yokolmuş, bir şilebin düdüğünün duyulmasıyla sancaktan ilk dalgayı yemeleri bir olmuştu. Deli gibi çalkalanmaya başlamıştı deniz. Balık dolu ağın büyük bir güçle denize çekildiğini hissettiklerinde ise, yaşlı adam “takıldık evlat, bırak ağı!” diye bağırmıştı ancak, kendisi de ağ ile beraber denize düşmüştü.
Şilep arkasında köpükler bırakarak uzaklaşırken, Turan bir süre babasına seslenmişti. Karanlıkta bir ses duymak, suda bir yüz görmek için didinmişti ama nafile. Yardım almalıydı. Babası mutlaka oralarda bir yerlerdeydi. Hemen sahile yöneldi.

Turan, iskeleye yaklaştığında olanca gücüyle bağırmaya başladı. Motor sesinden bağırışları kimse duymasa bile, kahvedekiler güvertede çırpınan adamı fark edince iskeleye koşmuşlardı. Taka iskeleye yaslandığında bir kaç balıkçı güverteye atlamış, bir taraftan ne olduğunu anlamaya çalışırlarken diğer taraftan ağdan geri kalanları sudan toplamaya başlamışlardı. Bunu görünce Turan’da aceleyle asılmıştı ağa; ağırdı ağ, zaman kaybediyorlardı. “Keselim!” demişti ki; gelen ağa dolanmış bir çift ayak gördü sudan çıkan. O zaman bütün sular çekildi altından, taka toprağa düştü sancıyla. Karıştı benliği Turan’ın; ağları çok önce, babası suya düşer düşmez çekmeliydi; anladı.

12 Nisan 2012 Perşembe

Ruha Yazılan Notlar 2

Eve Dönüş 3


Durup dururken gitmek ile dönmeyi düşünmeye başladım. Nereden gidilir ve nereye dönülür? Neye göre ayırıyoruz bu ikisini? Sonra çok basit olduğu aklıma geldi. Esas mekan evimiz, yuvamız olduğuna göre, oradan gidilir ve oraya dönülür. Bu kadar... Yani yine dönmüştüm eve. Bu sefer nereden döndüğümü hatırlamıyorum. Bildiğim, asansörü çağırdığım. Her zaman yaptığım buydu zaten. En kısa yoldan gitmek. Kata çıkmak için asansöre, bir yere gitmek için taksiye, otobüse, şuna buna binmek ve gitmek. Tabi ki geldiğinde asansöre bindim ve kat düğmesine bastım. Sonra, kapanmakta olan kapıya elimi dayadım aniden, yüzüm yere düşük biraz durdum ve indim. Merdiven korkuluklarının arasından kıvrılarak çıkan boşluğa uzatıp başımı, yukarıya baktım. Ne umuyordum ki? Her kattan aynı boşluğa uzanmış başka başlar mı? Belki de. Onun yerine derin bir karanlık vardı ve karanlık varsa genelde sessizlik de onunla olurdu zaten.


İlk basamağa adım atarken kravatımı gevşetiyordum. İkincisinde çantamı omuzuma asmıştım. Merdivenleri adımlarken yalnızlığın içinde tırmanıyordum sanki. Loştum ve her katta kapalıydı kapılar. Dokunmak istiyordum zillere. Basmak ama kaçmamak. Çocukluğumuzdaki kadar kolay açılmazken kapılar, kaçmanın heyecanı da kalmamıştı.


Bastım ve kaçmadım.


Bir kadın açtı kapıyı. Yüzün de ter, gözlerinde köhne bir bakış vardı; eteğinde bir çocuk eli, ardında ağlamalık bebek. Ayaklarının yanında, yerde duvara dayalı bir evrak çantası takıldı gözüme. Kadın bir bana bakıyordu, bir de arkasındaki ağlamaya. Diğer taraftan da eteğine asılan çocuğun eline değdi kendi eli, iterek.


“Afedersiniz, yanlış çalmışım” dedim, ve döndüm.


Arkamdan kapanan bir kapı, defalarca dönen kilidin sesi ve belli belirsiz bir “kim ki bu” sorusu bırakmıştım.


Kimim ben? Sahi, ben kimim?
  
Merdivenleri çıktıkça, yürüdükçe koridorlarda, topuklarım ben buradayım diyordu. Sessiz olmalı mıydım ki? Hırsız mıydım ben? Ses hırsızı! Birer birer çaldım her kapının sesini.


“Annee! Babam nerde kaldı?” diyordu 2 numara.


3 numara ekledi “Oğlum yeter artık! Git biraz da kendin oyna!”


4 Numara “Bağırma be kadın! Bütün apartman duyuyor!”


“Bıktım senden!”


“Annem neden ağlıyor baba!”


İçerde kapılar çarparken, dış kapılar kapalıydı. Kapı ardlarından sesler geliyordu. Kendi dünyalarından ama kendilerine uzak sesler, hızla yanımızdan geçen bir arabanın arka camından seslenen bir çocuk yüzü gibi ulaşmayan.


İkinci kata geldiğimde kat otomatı yandı yine. Karşımda dört kapı vardı. Kravatımı biraz daha gevşettim. Çantamı elime alıp parmak uçlarımı kapılara sürte sürte geçmeye başladım. “Kaçırıldık tanrım! Topluca kaçırıldık ve kimse duymuyor sesimizi” dedi 7 numara. Durdum. Bu ses kocasını yıllar önce kaybettiğini, çocuklarının kırk yılda bir uğradığını duyduğum yetmişli yaşlarında yalnız yaşayan Mualla isimli kadına aitti. Parmağımı zile uzatırken kapı birden açıldı ve emniyet zincirinin arkasından bir çift göz ile kıpırdayan yaşlı bir dudak gördüm tam karşımda.


“Kaçırıldık evladım!” diyordu yaşlı bir kadın, ”rehin alındık birer birer”


“Teyze..” dedim ama dinlemedi; devam etti tokat atar gibi.


“Eskiden kapılar çalınmadan açılırdı. Şimdi çalsan ne olur oğlum, ben her gün sabahtan akşama yalnızlık içinde oturuyorum burada. Sizler işlerinize gidip geliyorsunuz kadınlı erkekli. Kavgalarınızı, çocukların ana babalarına yalvarışlarını, ağlamaları ve sessizliği dinliyorum. Çalma kapımı bin asansöre ve git evine!”


“Teyze!” diye bir kaç kez tekrarladım heyecanla, şaşkınlıkla. Kapı yüzüme kapandığında zile basıyordum. Açılmadı.


Dediğini yaptım. Asansöre binerek kendi katıma gittim. İçeri girmek için kapı önünde beklerken kaç kilit sesi duydum bilmiyorum, ya da içeri girdikten sonra sessizliğin ardından kaç defa kilitlendi kapı.


Ertesi gün, yine işten geldiğimde, önce yola park etmiş bir ambulans ve ardından binanın kapısında kalabalık arasından geçen bir sedye gördüm. Sedyede, siyah ceset torbasında birini taşıyorlardı. Bahçede yanımdan geçerlerken tarif edilemez bir koku geldi burnuma. Kapıcı ile göz göze geldik.


“Yedi numaradaki Mualla Teyze” dedi kapıcı, neredeyse bir hafta önce ölmüş de haberimiz yok Murat Bey!”


Haberimiz yok Murat Bey..


Haberimiz yok.


“Haberin yok” dedi yaşlı kadın, kendi katıma çıkarken asansörün aynasında son kez.

8 Nisan 2012 Pazar

LİMANİ

Burada, limanda yaşıyorum; her şeyin gelip gittiği yerde. İnsanlar, eşyalar ve yükler. Karadan gelip denize giderler; denizden gelip karaya. Gemiler bağlanır bana, gemiler ayrılır benden. Ben gönderir, ben karşılarım. Ben ise gitmeyen ve gelmeyenim.
İskeledeyim. Körfezde dalgalar var. Çok fazla dalga. Geliyorlar ve iskelenin paslı ayaklarınca yarılarak altımdan geçiyorlar. Limanın betonlarına olanca güçleri ile çarpıyorlar. Kıyı boyunca gözlerimi kaydırıp soluma baktığımda, sahili görüyorum. Limanın betonlarının bittiği yerden başlıyor çakıllı sahil.  Dalgalarla sevişen küçük taşların çıkardığı sesler yankılanıyor kulağımda. Çağrışım bu, yoksa duymuyorum. Uzağım. Seni düşünüyorum. Geçerken yanımdaki o kısacık duruşunu, bana dokunuşunu ve sözlerini...
“Limanları sever misin? Körfeze bak, beni gör” demiştin gemiye binmeden önce. Şimdi gelişini bekliyorum. Limanları sevmem. Çünkü ben ne gidenim ne gelen.
Eğer altımdaki beton diklemesine çıkmasaydı denizin karşısına, dalgalar öyle hırçın dövmezdi kıyıyı. Tıpkı biraz ötede olduğu gibi hepsi sırayla taşlara kapaklanır, etrafa biraz kendilerinden dağıtır ve rahatlayıp gerisin geriye, asıllarına dönerlerdi. Ama burda deniz bana ancak çok öfkelendiğinde değiyor. O zamanlarda, önce bir patlama oluyor. Altımdaki beton sarsılıyor. Sonra karşımda ve hemen ardından üzerimde görüyorum suları. Peşinden de öyle sert düşüyor ki dalga... Suyun bir kısmı geri dönemiyor. Etrafımda birikiyor kalanlar. Güneş alıyor onları, deniz değil.  
Ben burada yaşıyorum. Ne gelirim ne giderim. Gelip gidenler insanlardır, belki bir selam ile. Ve yükler havalanır vinçlerin kollarında. Karadan bordaya bordadan karaya geçerler üzerimden. Ben burdayım hep, gidemeyen ve gelemeyenim; saplıyım betona.
Limanın suya inen betonlarına lastikler koyulmuş. Deniz yaslansın diye değil, gemiler dayansın diye. Kalın ve güçlü görünüyorlar. Bir o kadar da esnek. Yoksa bunca eziyete nasıl katlanırlar? Bense gemilerin her yanaşmasında boğulacak gibi oluyorum. Boynumu sarıyor kalın halat. Lastikler de sıkışıyor benim gibi. Seslerini duyuyorum. Onlar beni duyamıyor, çünkü halatlar boynumu sıkıyor.
Arkada dağlar var, yamaçlarında evler. Akşamları pencerelerinde ışıklar. Önümde deniz, açıkta gemiler. Lumbuzlarında ışıklar.
Seni bir kere gördüm. Giderken. Şimdi hasretle bekliyorum gelmeni. Yanaşan gemilerin güvertelerindeki seni düşlüyorum. Belki birinden inersin de hatırlarsın; durup dinlersin diye. İşte o zaman değecek bunca şeye.
Bazen açıkta küçük bir kayık görürsem, durup dururken mutlu olurum. Boynum özgürse, hafifsem izlerim onu doyasıya. Öylece durmuş suyun üstünde, oynaşır uzun süre. İçinde bir insan bakıp bakıp denizin içine balık çeker. Alır alacağını ve gider sonra. Yalvarırım sessizce: “buraya gel, sen bağlan bana...” diye. Boynumu çok sıkmaz o küçük kayık. Dalgayı hissederim halatında. Balıkları görürüm. Ama buraya yolcular inip çıkar, yükler dolar ve boşalır. O, küçük iskeleye gider hep. Orada balıklar ve balıkçılar olur. Kıskanırım küçüklüğü.
Ben buradayım, limanda. Akşam vakti deniz sakin. Yamaçta ışıklar yanıp sönüyor. Bir gemi daha geliyor dolu. Sıkışıyor lastikler. Halatları bağlıyorlar bana. Daralırken gönlüm, ağırsın diyorum gemiye.
“insanlar ve yükleri” diyor. 
Lastiklere bir yaslanıyor bir uzaklaşıyor gemi.

“Yapma, nefes alamıyorum” diyorum.
“Deniz” diyor, “sallıyor beni”.

2 Nisan 2012 Pazartesi

DURAK

Bu kasabada bir tane durak var. Dışarda, anayolun kenarında. Yağmur yağıyorsa, biraz ıslanarak hemen altına kaçıp otobüse binebilirim diyebileceğiniz cinsten değil yani. Uzun uzun yürümeniz lazım varmak için. Varmak derken, durağa demek istiyorum. Otobüse bindikten sonra da şehire gitmek için yine uzun uzun yol almanız lazım. Kasaba durağa, durak da şehire epey uzak anlayacağınız.  
O gün sıcaktı, hafif bir bozkır rüzgarı serinletmeye çalışıyordu havayı. Bozun ortasında çatıları kavrulan evlerin arasından çıktım. Yolun yarısına gelmeden şakaklarımdan terler akmaya başlamıştı bile. Kasabanın etrafı sararmış otlarla çevriliydi. Vardığımda, gölgesine sığındım durağın. Beklemeye başladım yine. Ve gördüm: geliyordu otobüs, ama buraya değil.
Hasan belirdi birden yanımda. Küçük dostum, “abi be” dedi, “hadi gel binelim şu otobüse, beni şehre götür”. Ses etmedim hiç. Sigarayı yere, bir elimi omzuna attım. Biliyordu, ne ben binebilirdim otobüse, ne de biri inerdi benim için. Otobüs biraz yavaşlayıp sonra uzaklaştı. Elimi salladım ardından, ama neden? Dur mu, hoşçakal mı? Baksalar da pencerelerinden anlayamazlar zaten beni; hiç burada durmadı ki. Elimde kibrit ve kutusu, dudaklarımda yeni yanmış sigara. Otobüs gidiyordu, ama buradan değil.

Hasan gitti. Bu sefer küstü sanırım. Ne kadar da hevesli binmeye. Ama yapamıyorum. Götürmeli miyim onu? Ah çocuk ah! Aslında sen beni götürmek istiyorsun, biliyorum.

Sesini duymasaydım, hani otobüs yavaşlarken koca tekerlekleri arasından gelen tıslama sesini hiç duymasaydım, başımı kaldırıp bakmazdım. Zaten durmasına gerek olmadığını anlıyor şoför, beni görünce bineceğimi sansa da oralı olmayınca frene dokunduğuyla kalıyor ve ayağını çekip yoluna gidiyor. Peki ne işim var benim her gün o durakta öylece dinelmiş. Yok, ben deliriyorum sanırım. Deliler kendilerini mi kandırır?

Her tıslamaya kafamı kaldırmak istediğimde, otobüsün ön camında bir yazı, şu nereye giderse onu yazdıkları tabela yani. Kaldırsam başımı da baksam diyorum ona. Hangi semte, şehrin neresine... Görmek de görmemek de canımı acıtıyor aslında. Otobüsdekilerin bakışlarını hissediyorum geçip giderken. Bakmıyorum. Bakarsam umut bağlarım gitsem mi diye. Kalıptan çıkmış gibi öylece duruyorum, sabit.

Ya geldiği yeri görürsem, ya içinde biri varsa bana gelen, ama benden habersiz. Üstelik bir de durursa, kapı açılırsa. Ben sırtımı dönüp gidersem. O anlamaz ki, aslında ben kendimden gidiyorum ondan değil. Kendimi kandırıyorum.

Bozkırda yağmur yağınca toprak akar. Su toprağı ordan oraya sürükleyip durur. Yolun kenarından oluk oluk bulanık sular akıyor şimdi. Aniden bastırdı her zamanki gibi. Gökyüzü kapandı, koyu lacivert. Ben duraktayım. Islanmıyorum. O kadar uzun zamandır altındayım ki durağın tavanının.

Hasan'ı en son durağa doğru koşarken gördüm. Yağmur yağıyordu. Ben kuruydum, o ise ıslak. Bir nevi otobüstü bu çocuk artık benim için. Çukurlara küçük ayakları girip çıkıyor, hedefe kilitlenmiş koşuyordu. Gözlerim kısıktı, bakıyordum: Hasan kendinden gelip bana gidiyor gibiydi. Sanırım bağırıyordu da. Duydum ama anlayamadım, kulaklarımda bir uğultu vardı gittikçe azalan. Kendimden geçiyordum; geçtim.

Neyse, dedim ya çok uzun zaman olmuştu durağın altında bekleyen bir adam için. Hasan'ı en son bağıra çağıra koşarken görmüşler, bana doğru. Tavanına ip bağlamışım durağın ve yağmur dinmemiş. Ama kuruymuşum. Bir tek sallanırken ayakkabılarım ıslanmış, damlıyormuş ayaklarım. Hissedemedim Hasan’ı da, sarıldığında bacaklarıma. Ölmüşüm.