31 Mart 2012 Cumartesi

FELUKA DA YETER

I.
Önce akşam rüzgârında üşümüş çalılar ile dikine toprak duydu ayak seslerini. Yamaçtan çıkarken tabanı altından küçük taşlar kaçıyordu. İki ayak ve çıkışın heyecanıyla yere avuç koyan bir el telaşlıydı. Bir elde ise fener, yol göstermekten çok tesadüflerle kah toprağı kah çalının birini işaret ediyor, nadiren belli belirsiz patikaya düşüyordu. Tırmandı. Yukarı vardığında, çocuğun karşısına olabildiğince siyah çıktı. Gece tüm denize ve göğe hâkim olmuştu. Suya hızla inen kayalık, suyla bir olmuş dipten yukarı sesleniyordu.

Tam ucunda durdu, aşağı baktı, sadece sesleri duydu; ayaklarını salarak yarı boşluğa oturdu. Öyle dingindi ki her şey. Aşağıdaki su usuldu, kayalara dokunuşları usul. Gök sade bir karanlığa bürünmüştü. Berrak karanlık demeliydi buna. Denizle ufkun sınırı kaybolmuş, ağ çeken teknelerin ışıkları göğün yüzünde dolanan yıldızlar olmuştu. Sonra rüzgâr da öyle yumuşak seviyordu ki yüzünü; annesinin eli gibiydi, şefkatli ve dikkatli. Ama o, baba, dedi belli belirsiz.

“Baba... Hangisindesin şimdi? Hangi ışıksın? Şu en uzakta, ölü dalgalar arasında yanıp sönen misin?”

Babasını hep öyle, bir var bir yok hatırlardı. İçindeki babanın tasviri buydu: bir var bir yok.

Bütün bunları, dinginliğin ortasında bir küçük heyelan gibi düşünürken, parmakları farkındalıktan yoksun, kayanın üzerinde dolanıyordu. Eline gelen ilk taşı boş bir isyan edasıyla denize yuvarladı. Taş, önce bir çalıya takılır gibi olup yardan aşağı düştü. Gitti, gitti, ve denize son kayanın üzerindeki yengece çarpıp suya düştü. Taş küçüktü, yengeç biraz irkildi, ama o kadar. Çocuk bunları hiç görmedi.

Üzerinde durduğu kayalıkta arkasına baktığında kasabanın ışıklarının azaldığını fark etti. Birer ikişer ışıklar kapanıyor, evler kendilerini saklıyorlardı. Babasının ışığının aksine, evininkini seçebiliyordu. Annesi merak ediyor olmalıydı. Yapacak bir şey yoktu gerçi, babasını bulmaya gitmenin buruk heyecanı baskındı. Belki biraz azar işitirdi ama, annesi yine de ona kıyamaz, yatağında yorganı boğazına kadar örtüp, alnına o en güzel dudakları değdirir ve onu uykuya verirdi nasılsa.

Eline iki taş daha aldı. Avucunda onlarla oynuyor, sıkıyor, gevşetiyordu. Bazen canını acıtacak kadar sıktığında diğer eline alıp acıyan avucunda oluşan izlere bakıyordu. Gördüğü, kırmızıdan mora kaçan tozlu ve ezik bir deri oluyordu. Ama kısa sürede tekrar normal haline geldiğini görüyordu. Ama büyük acı denen şeylerin izini sürmek çok kolaydı. Onun için bir deniz, bir kaya, bir taka, hatta bir balık görmek bile yeterliydi. İz onlardı. Gördüğü her takanın pervanesinde yırtılan bir balık gibi hissederdi kendini mesela. Ya da çekilen ağdan bordaya düşen ilk balık; en canlısı, ölmeden önce en çok çırpınan.

Düşüncelerden telaşlı kanat sesleri uyandırdı onu. Denizden gelen iki martı konmak istedikleri kayalarda “insan” görünce ani bir manevrayla vazgeçmişler, biri sağa biri sola dönüp kanatlarından rüzgâr verip gitmişlerdi. Kımıltısız duran çocuğu son anda fark etmişlerdi..

“Peki” dedi arkalarından, “Peki, özür dilerim sizden. Gelin konun. Burası size yakışır. Ben artık yokum.”

Kalktı, elindeki iki taşı da aşağı bıraktı. Taşlar önlerine hiç engel çıkmadan boşluktan karanlığın içine düştüler. Biri doğruca dingin suya dalıp dibe otururken saklandığı yerden bir ahtapot fırladı. Diğer taş ise daha öncekinden de nasibini alan yengece hızla çarpıp onu suya attı. Boşlukta hızlanan taşın çarpmasıyla sersemleyen yengeci ahtapot kaptı.

Çocuk bir an huzursuzlandı. Aşağı baktı, ama yine sudan başka bir şey duymadı. Huzursuzlandı. Acının sesini duyar gibi olmuştu. Eline baktı, taşlar yoktu. Hatırladı ne yaptığını...

Dik patikadan inerken bu sefer daha dikkatliydi. Fenerin ışığını özenle önünde götürüyordu. İndi ve eve doğru yol aldı.


II.
Evin kapısı aralıktı. İttiğinde ince bir gıcırtıyla açıldı kapı. Annesini gördü, girişe yayılmış kilimin üzerine bağdaş kurmuş, elleri yüzünde uzun saçları önünde annesini, omuzları titreyen annesini. Hiç ses etmedi. Kapıyı usulca kapadı ama kapı yine ince bir gıcırtıyla kapandı. Sonra karşısına oturdu. Ayaklarını altına aldı, ellerini yüzüne verdi. Ne annesi ona bakıyordu, ne çocuk annesine. Öylece oturdular, gürültüsüz ağladılar ve manidardılar. Böylece geçti bir zaman, ağlamak için oldukça uzun zaman.

“Oğlum”

Titriyordu sesi.

“Oğlum, nerdeydin biliyorum. Bunu sormayacağım. Sadece ne yaptın, onu anlat.”

Saçlarını arkaya doğru atmış, gözyaşıyla parlamış gözlerle bakıyordu.

Çocuk içini çekti. O içe düşmek gerekti. Yüzünü gözünü ovuşturdu.

“Kayalıklara çıktım. Ama feneri aldım anne, düşerim de sen üzülürsün diye aldım onu anne. Hava çok güzeldi. Biraz soğuktu ama güzeldi. Kayalara çıkıp biraz oturdum. Bugün barınaktan açılan tekneleri görmüştüm. Onlara bakmak istedim...”

Tıkandı. Sustu.

Annesi, kapının önünde saatlerdir oturuyordu aslında. Merakı sinire döndüğünde birden kapıya yönelmiş, açmış ama o ince gıcırtıyı duyunca irkilip bir an durmuş, vazgeçmiş ve olduğu yere oturup kalmıştı. Hayatının o gıcırtıdan ibaret olduğunu hissediyordu. Önce kocasının geç saatlerde gelişinin habercisiydi. Bir süredir ise çocuğunun gelişinin. O ses, şimdi, birdenbire öfkenin uyarısı olmuştu.

“Kızmıyorum… Kızmayacağım...” dedi. “Babanı değil mi? Onu görmek istedin yine!”

“Anne, ben biliyorum her şeyi. Babamın aslında balıkçı olmadığını biliyorum. Tekneyle açıldığında ava gitmediğini, fırtınada batmadığını da. Köyün bütün çocukları biliyor ki... Onun aslında bir ayyaş olduğunu söylüyorlar. Hep yaparmış, yine yalvarmış balıkçılara. Sonra da sarhoş olup denize düşmüş. Yani biliyorum... hem ben onu görmek istedim ama sormak için, sevmek için değil. ”

Şaşkın bir sessizlikti bu seferki.

“Peki,” dedi anne, “sordun mu?”

“Hayır, soramadım yine. Ne zaman ışıklardan birinde onu bulduğumu sansam, o denize düşüyor anne. Bir türlü soramıyorum”

“Suyun içindeki biri nasıl duyabilir ki seni, üstelik sarhoşsa?” diyebildi annesi sadece, onu da biraz kendi kendine.

Bir sessizliğin içinde bunca anlam hep beraber nasıl dolaşabilirse öyle yankılıydı ev. Anne ayağa kalktı, oğlunu tutup kaldırdı usulca, tıpkı kayalıklardaki rüzgâr gibi usulca sevdi yanaklarını. Sonra el ele gıcırtının ortasından geçip dışarı çıktılar. Bu gıcırtı son kez duyulmuştu.

Aynı patikayı bu sefer iki kişi, aynı heyecanla çıkıyordu. Annenin elindeydi fener ama yine tesadüflerle çalılar aydınlanıyor, gece çekirgeleri zıplarken yakalanıyorlardı. Bu sefer daha fazla el toprağa dokunuyor, ayakların altından daha çok taş aşağı kaçıyordu. Yukarı vardıklarındaysa, yine kocaman bir siyah karşıladı onları. Çocuk annesini çekiştirerek uca getirdi. Oturdular. O altı deniz boşlukta dört ayak sallanıyordu.

“Anne, neler oldu biliyor musun? Aynı buraya oturmuştum. Şu karşıda gördüğün tekne ışıklarından birine babamı koymaya çalışıyordum. Koyabilsem soracaktım. Neden içiyordun, neden gittin, neden düştün, bizi de düşürdün, diye. Bütün bunları düşünürken iki martı geldi. Nerdeyse bana çarpacaklardı ama, son anda fark edip kaçtılar. Buraya konamadılar. Onlardan özür diledim. Beni duydular mı bilmiyorum. Sonra eve dönmek için ayağa kalktığımda birden içimde kötü bir şey hissettim. Anlatamam nasıl bir şeydi, ama biraz endişe var şimdi bende. Elimde taşlar vardı. Onları aşağı attım sanırım. Anne, ya o martıların yuvaları varsa aşağıda. Ya yuvalarında yumurtaları; ya attığım taşlar yumurtalarını kırdıysa. Ben o hisse bu yüzden kapıldıysam?”

O anda motor sesi duyuldu uzaktan. Bir balıkçı teknesi ağır ağır suyu çalkalayarak geçiyor, üzerinde sabırsızca uçuşan martıların sesleri geliyordu. Onları görmek bu zifir karanlıkta kolay değildi ama bazıları tekneye iyice yaklaştığında ışıklardan seçilebiliyorlardı. Gerçekten sabırsızdılar. Ama yukarda, kayaların üzerinde iki kişi birbirlerini anlayabilmek için hiç bu kadar sabretmemişlerdi.

“Ya attığım taşlar yumurtaları kırdıysa anne?” diye tekrarladı çocuk. Kulakları annesinde, gözleri geçen teknenin ışıklarıyla bir var bir yok martılardaydı.

Annesi çocuğunu kolunun altına aldı, “Canım kuzum,” dedi, “dünyada başkalarına bilerek zarar veren o kadar çok insan var ki bazen istemeden yapılan hareketlerin başkalarına verdiği zararlar bağışlanabilir ve hatta telafi edilebilir. Bilmiyorum orda yumurta var mıydı, kırıldılar mı. Ama bundan sonra görmediğin yere taş atmazsın, martılara yiyecek verirsin, onları diğer insanlara karşı elinden geldiğince korursun. Onlar daha çok yumurta yaparlar. Böylece tüm martılar seni affederler.

Çocuk bu açıklamalarla biraz rahatlamıştı. Annesine daha sıkı sarıldı ve annesini dinlemeye devam etti.

“Hadi geri dönelim. Biliyor musun, geçenlerde amcan ile konuştum. Seni hemen denize çıkartamayacağını söyledi. Ama yaz tatilinde kasabada bir arkadaşının balıkçısında çalışabileceğini, balıkları iyice tanıdıktan ve biraz daha büyüdükten sonra kendisiyle balığa da çıkabileceğini söyledi. Hem bakarsın ilerde senin de bir teknen olur? Ne dersin. Hani çok istiyordun ya”

Çocuk buna cevabını sadece annesine kollarını iyice dolayarak vermişti aslında ama “Feluka* da yeter anne” demekten kendini alamadı.

“Anne, ben anladım. Babama sormak için onu hep denizde aradım ama meğer babam yanımdaymış. Tıpkı şimdi seninle olduğu gibi buraya her gelişimde onunla oturmuşum, denize onunla bakmışım meğer. Ne zaman onu açıkta arasam, o yanımdaymış. Artık ne o kadar üzüleceğim ne de ona kızacağım. Artık sorularım yok ona. O, ben sorular sormadan cevaplarını vermiş zaten. İkinizi de çok seviyorum”

Beraber yürürlerken, köyün ışığı yanan tek evine doğru, deniz usuldu martılar heyecanlı. Rüzgâr usulca omuzlarından aşıyordu. Patikadan aşağı önde bir ışık arkada iki insan vardı. Gece, doğumuna az kalmış gündüze doğru usuldu.

*Feluka: Lazların balık avında kullandıkları geleneksel kayık.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yorumunuz olumsuz ya da olumlu olmasına bakılmaksızın, ahlak sınırları içinde olduğu sürece yayınlanacaktır. Teşekkür ederim.